Odak Yazar / Menekşe Toprak
Odak Yazar", IAN Edebiyat dergisinin alametifarikalarından biriydi. Ağırlıklı olarak üniversiteli gençlerin yazı ve söyleşileriyle, Türkçe edebiyatın günümüz temsilcilerine ve eserlerine bakışlarını yansıtması sebebiyle değerliydi. IAN Edebiyat'ın yayın hayatına son vermesiyle birlikte, bir anlamda bu proje de yarım kalmış oldu. Hazırda bekleyen ve yeni odak yazarlar belirlenerek yapılacak çalışmaların SabitFikir'de yayımlanması teklifini bu sebeplerle seve seve kabul ettik. (IAN Edebiyat sayfalarında okumaya devam etmeyi daha çok arzu ederdik elbette.)
Savrulan hayatların peşinden
Valizdeki Mektup, Menekşe Toprak’ın ilk öykü kitabı. Menekşe Toprak bu dokuz hikâyede; geçmişi, anıları, özlemleri, cinselliği, arayışları, kadınlığı ve daha birçok temayı ele alıp, bu temaları öyküde ve öykücülerde ender rastlanan bir derinlikle işliyor. Almanya ve Türkiye arasında gelip giden yaşamların içerdiği zaman zaman olağan, zaman zaman de sıra dışı olan hallerine bazen Anadolu’nun ıssız ve neredeyse terk edilmiş köylerinde, bazen de Almanya’nın ruh donduran metropollerinde tanıklık ediyoruz.
Kitaba adını veren "Valizdeki Mektup" kitabın ilk öyküsü. Öyküde yeni bir eve taşınan ve taşındıkları evde eski bir valiz bulan küçük bir kızın ve ailesinin yaşadıklarını yine aynı küçük kızın ağzından dinliyoruz. Yazar öyküde kullandığı betimlemelerle okuyucuya bu eskiliği başarılı bir şekilde yansıtıyor. Öyle ki diğer öykülerde de yer yer rastladığımız bu "retro" atmosfer "Valizdeki Mektup"ta, ev içlerindeki detaylar, iyice eskimiş eşyalar ve bu eşyaların üzerine yapışmış izlenimi veren eski ruhlarla iyiden iyiye kendisini hissettiriyor. Yazarın yapmış olduğu tasvirler (özellikle kişi ve ruh hallerini anlatan tasvirler) bazı noktalarda uzun cümlelerin ve bu uzun cümlelerden doğan bazı anlatım bozukluklarının kurbanı oluyor. Yazar Türkçenin sentaks yapısını bazen ciddi anlamda zorluyor ki bu da bazı anlam karmaşalarının oluşmasını kazınılmaz hale getiriyor.
Kitapta yer alan diğer öyküler de gerek işlenilen temalar açısından, gerekse kısmen cesur sayılabilecek bölümler bakımından, dikkatli bir okuyucunun okuyup bitirmeden bırakamayacağı türden. Dikkatli bir okuyucu diyorum, çünkü yazar hemen hemen her öyküde zaman akışlarını anakronik bir yapıda veriyor. "Güzel Bir Gün" adlı öyküde Zeynep’in bastırılmış duygularına, "Eve Dönüş"te Bayan Kremer’in cesur kararlarla dolu yaşamına ve bir insan belleğini andıran eski evine, Karşılaşma'da genç bir kadının eski aşkıyla yıllar sonra karşılaşmalarında Viyana’nın nasıl dekor oluşturduğuna, "Park" adlı öyküde sadık köpek Mifo ve onun yalnız sahibesine, "Ah! Şarap İçerken Bir de Gazete Okusam"da ise Emine Hanım’ın hayallerini nasıl tek tek gerçekleştirdiğine şahitlik ediyoruz.
Kitaptaki en dikkat çekici öykü, daha doğrusu öykü serisi ise "Yokuştaki Kız: Bilinmeyene Yolculuk 1" ve "Yokuştaki Kız: Bilinmeyene Yolculuk 2" isimli öyküler. Bu iki öyküde, kendisini terk eden eşini bulmak için yollara düşen ve nihayetinde ıssız bir Anadolu kasabasına ulaşan bir adamın hikayesine tanıklık ediyoruz. Yolda olma ya da yola çıkma hikayelerinde sık karşılaşılan arayış teması bu öykülerde de karşımıza çıkıyor. Arayış içinde olan kişinin kendi iç dünyasındaki yolcuğu ve asıl aradığını keşfetmeye başlamasına dayanan bu tema "Yokuştaki Kız" öykü serisinde de yine hâkim olan temel tavrı oluşturuyor. Anadolu’nun ıssız kasabalarından birinde, ne aradığından aslında tam da emin olmayan bir karakterin hem fiziksel hem ruhsal seyahatini takip ederken okuyucu da kendi iç dünyasında kısa süreli bir gezintiye çıkma imkanı yakalıyor. Bu gezinti esnasında kimi zaman köyün mükemmel ıssızlığından ürkmeden kimi zaman da modern insanın doğrularını ve telaşlarını gözden geçirmeden edemiyorsunuz.
Said Çangır
saidcangir@hotmail.com
Yavaşlayan zaman
Temmuz Çocukları; Valizdeki Mektup ve Hangi Dildedir Aşk adlı iki öykü kitabından sonra Menekşe Toprak’ın ilk romanı. Roman, zamanında Almanya’ya göç etmiş bir ailenin dününü ve bugününü üç kuşak üzerinden, Almanya ve Türkiye hikayeleriyle iç içe geçmiş bir şekilde göç, kimlik, yurt kavramları üzerinden anlatıyor. Türkiye’den Almanya’ya göç olgusunu anlatan diğer romanlardan farklı olarak yazar, göçü; kendileri Türkiye’de kalmış, annesi babası Almanya’da çalışan, Türkiye’deki yakınlarına teslim edilen çocukların üzerinden aktarıyor.
Romanın vak’a zamanı “cep telefonlarının ve internetin henüz yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı bir zaman”dır ve 24 saatlik bir dilimi kapsar. 31 Aralık günü başlayan ve dört koldan akan şimdiki zaman hikayesinde; Ankara’da yılbaşı gecesine hazırlanan Aysu, Almanya’da kendine gelen bir telefondan dolayı 15 yıl önceki aşkı Süheyla’nın peşine düşen Klaus, Almanya’da eşi Sabri Bey ile yaşayan Şükriye Hanım ve oğlu Aziz, Almanya’da ruhsal buhranlar yaşayan ve sonunda intihar edecek olan Süheyla vardır. Ancak geriye dönüş tekniğiyle 24 saatlik zaman genişletilmiştir.
Romanda anlatı iki düzlemde ilerliyor. Birincisi Aysu’nun defterinden bölümlerin olduğu, Ankara gözlemlerinin ve çocukluk izlenimlerinin yer aldığı ben anlatısı. Diğeri, hikayenin katmanlarıyla anlatıldığı üçüncü tekil şahıs anlatısı. Birinci tekil şahıs ağzından anlatılan bölümlerde anlatıcı ile yazar arasındaki mesafe kaybolmaya başlıyor, bu bölümler biyografisini bildiğimiz yazar üzerinden düşünecek olursak otobiyografik bir hal alıyor. Nitekim bir söyleşisinde yazar Menekşe Toprak Aysu’nun ben anlatısıyla anlattığı bölümler için şöyle diyor; “Aysu’nun defterinde “ben” anlatıcı perspektifiyle kurulmuş hikâyelerdeki sesi ve duygu, benim sesim ve duygum. Hatta “ben” anlatıcı bölümleri, henüz Ankara yıllarımda kimselerin yazdığımdan haberdar olmadığı zamanlarda kaleme almıştım.“
Üçüncü tekil şahıs anlatısının olduğu bölümlerde ise anlatıcının sesine bazen yazarın sesi karışıyor. Bu yöndeki örneklerin çok fazla olduğu, yazarın anlatıcıdan bir anlamda rol çaldığı bu romanda üçüncü tekil şahıs anlatısına yazarın sesinin karıştığı yerler, okurun; metnin içinde yaratılmış dünyayı kendisinin yorumlayarak metne katılmasına engel oluyor. Modern edebiyatta anlatıcının yorum yapması nerdeyse terk edilmiştir, Temmuz Çocukları’nda anlatıcının yorumuyla metne dahil olması -roman bir postmodern edebiyat örneği olmadığından dolayı ve bu teknik bir parodi ya da pastiş aracı olarak kullanılmadığından dolayı- okurun özgür bırakılmasına engel oluyor.
Romanda bir gerilim unsuru olarak sürekli çalan ve açılmayan telefon imgesi mevcut, bununla yerleşikliliğin, aidiyetin, yeni çağdaki yeni iletişim biçimlerinin, göçün bu iletişime etkisinin yansıması yapılıyor.
Temmuz Çocukları yeni yaşam tarzlarının, yeni insan tiplerinin, yeni ahlak anlayışının serpildiği zamanları, 90’ların sonlarını, milenyum sancılarını anlatıyor; bu zamandan, göçten, huzursuzluktan en çok etkilenen kadınları koyuyor odağına. Tek başına Almanya’da var olmaya çalışmış Şükriye Hanım’ın çilesini, şimdiki kaygılarını, Ankara’daki Aysu’nun yalnızlığını, mutluluk ve yerleşiklik arayışını, Süheyla’nın geleneklerin baskısıyla olan trajedisini anlatıyor. Süssüz bir dille, göçün bireyleri nasıl etkilediğini, göçle birlikte nasıl bir yaşam kurulduğunu ya da kurulamadığını Ankara-Almanya hattında yolculuğun sonunu küçük kasabada noktalayarak anlatıyor.
İpek Bozkaya
ipekbozkaya@hotmail.com
Sınırlandırılamayan hayatların peşinde
Menekşe Toprak’ın 2014 tarihli romanı Ağıtın Sonu, içerdiği karakterler ve yapısıyla sınırlandırılamayan hayatları anlatmaktadır. Romanın ana karakteri Fatma, onun başucunda Naira Hanım, Kerem, Barış, Tahir gibi birçok kişiyle beraber okur geniş bir coğrafya ve tarihle karşılaşır.
Roman, çocukluk ve gençlik yıllarını Türkiye’de geçirdikten sonra bursla Avrupa’ya giden ve hayatını orda kuran Fatma’nın Türkiye’ye dönmesiyle başlar. Fatma, ülkesine “halletmek istediği şeyler” için döner. Bu, onun geçmişi ve kararlarının sonucuyla yüzleşmesidir. Bir ağıta dönüşen bu sürecin içinde eski işine dönüp Rusya’ya giderken arkasında yine birçok soru(n) bırakır.
Menekşe Toprak, romanını Fatma’nın hayatı üzerine kurarken yan anlatılarla sürekli onu destekler. Bu anlatılarla beraber Türkiye’nin çeşitli sorunlarına uzanılır. Fatma’nın üniversite yıllarında yaşadıkları anlatılırken “yasaklı” veya “hoşlanılmayan” dil gündeme gelir; çocukluk yıllarında Alevi komşularıyla yaşayan Sünni ailelere ve bunun sorunlarına değinilir; Taksim Meydanı’nda yürünürken işçi hakları, eşcinsellik, kadın cinayetleri gibi birçok husus söz konusu edilir. Böylelikle romanın Fatma’yla beraber Türkiye tarihini de belli başlı sosyal/toplumsal ağlarla ördüğü söylenebilir.
Romanın öne çıkan en önemli hususlarından biri karakterlerinin hep farklı yerlere savrulmuş olmalarıdır. Fatma’nın hayatı bunun ana örneğidir. Ankara, İstanbul, Berlin, Postdam başta olmak üzere birçok yerde yaşamıştır. Bu anlamda karakterin “yerleşik düzen”e bir türlü geçemediği söylenebilir. İstanbul’da kiraladığı eve ısınamaması, şehri benimseyememesi bununla paraleldir. Üstelik aylar sonra tam da evine alışmaya başlamışken bu sefer Rusya’ya gitmek zorunda kalır. Dolayısıyla yazarın bir tür “yerleşim”e karşı olduğu düşünülebilir.
Naira Hanım, Kerem, Barış, Tahir, Gülay, Bartal romanın “yerleşemeyen” diğer karakterleridir. Naira Hanım, kocasının yaptığı aile apartmanında uzun yıllar kaldıktan sonra yuvası zorla elinden alınıp yerine yeni bir bina dikilmek istenir, zaten çocukları yıllar önce onu terk edip gitmiştir. Kerem, hayatını ada ve şehir etrafında sürekli bir git-gelde yaşar. Barış, Tahir, Gülay gibi karakterler çoktan doğup büyüdükleri şehri terk etmiş, hayatlarını başka yerlerde devam ettirir olmuşlardır. Tüm bunlar ekseninde göç eden bunca karakterin duygularında da göçerlilik olduğu söylenebilir. Kendilerini “ait hissedemeyen” kişiler söz konusudur. Romanda belirli bir aile düzeni olan, hayatı kestirilebilir kişi sayısı çok azdır. Bu anlamda yazarın “yerleşik”e karşı bir tutumu olduğu veya bunun “sağlanamayacak bir şey” olarak düşünüldüğü ifade edilebilir. Yazar da bunu romanında kullanır: “Utanç, dışarı atılma, aidiyetsizlik, bir gruba bağlı olmamanın burukluğu…”
Romanın yapısına ilave edilen iki masal bulunmaktadır. Metnin ortasında ve sonunda yer alan bu masallar, gidişat konusunda okura bazı şeyler sezdirmektedir. Aitliği olmayan bir erkek ve atının söz konusu edildiği ilk masal Fatma’nın Kerem’le ilişkisi sürecinde ortaya çıkar. Bilinmez ve eksik masalların söz konusu edildiği ikincisiyle metin sonlanır. “…o günden sonra delikanlıyı ve masalı aramayı bırakmış…” Kızın masalıyla beraber roman biter. Böylelikle roman ve içerdiği masalların paralelliği ortaya çıkar. Metin içindeki bu metinler esere yeni katmanlar ilave eder. Şehir yaşamı böylelikle köylere, şimdiki zaman da mitolojik döneme taşınır. Bu taşınma, okura düşsel boyutta yeni pencereler açar.
Menekşe Toprak, özellikle ikinci masalla beraber çeşitli toplumsal konulara da değinir. İlk masalda işlenen bireysel değerler ikincisinde böylelikle genişler. Kadının, eğitimin, dünya düzeninin söz konusu olduğu bu masalla beraber metin sonlanırken eserin keskinliği artar, yazarın söyledikleri somut bir hal alır. Tüm bunlarla beraber romandaki kimi uzun tasvirlerin ve yer yer klişeleşmiş ifadelerin olduğu da göze çarpıyor. Bu gibi hususlar metin içinde çeşitli sorunlar olduğunu düşündürüyor.
Menekşe Toprak’ın Ağıtın Sonu romanı, içerdiği karakterler ve uzandığı coğrafyalar, meseleler, sorunlarla sınırlandırılamayan hayatlara işaret etmektedir. Tüm bu hayatlara toplu bir bakış atıldığında Türkiye’nin ve aslında tüm dünyayı saran bozulmuş bir çarkın varlığı görülebilir. Bu anlamda edebiyatın nasıl da çağının tanığı olduğu ifade edilebilir. 2015 Duygu Asena Roman Ödülü’nü almış olan Ağıtın Sonu, tüm bunları okuyucusuna sunmaktadır.
Abdullah Ezik
abdullahezik@gmail.com
Menekşe Toprak ile söyleşi
Göçmen olmak, kadın olmak ve yalnızlığa yakın bir yaşam sürmek... Bu zorluğu sorunsallaştırmış bir yazar olarak, bu tür yaşamın kişi üzerindeki etkilerinden bahsedebilir misiniz?
Aslında, bugüne kadar kurgusal metinlerimde ele aldığım temalara nasıl yaklaştığımı de geniş çapta özetlemiş oldunuz bu soruyla. Diyelim ki hikayelerini anlattığım kişilerin yaşamlarında çocukken önemli kırılmalar olmuş ki bu, göç, ölüm ya da başka nedenlerle terk edilmiş olmak, ötekileştirilmiş bir kimliğin içinde büyümek şeklinde olabilir. Ben doğrudan ya da yalnızca bu kırılma anlarını değil, bunların sonradan bireyler üzerindeki etkisini anlattım daha çok. Çünkü sürecin birey için devam ettiğine, ruhsal bunaltı anlarında ortaya çıktığına, hatta geçmişteki bu kırılmaların yeni krizlerin nedeni olabileceğine inanıyorum. Temmuz Çocukları romanımı mesela bir kadının intiharı şeklinde özetleyebiliriz. Romana başlarken hedefim de buydu. Ama romanı göçün bir ailenin bireyleri üzerindeki tahribatı şeklinde de okursunuz. Çünkü yirmi dört saatlik bir zaman dilimindeki bir olayı, etrafındaki bireylerin tek tek hikayelerine, iç seslerine odaklanarak anlatıyorum. Göç bireylerin yaşamlarında çoktan olup bitmiş bir şey, ama ruhsal olarak sona ermiş değil aslında. Bu haliyle, yazmak için “büyük” bir konuyu seçmiş görünsem de, geniş çapta anlara odaklı bir hikayeci olduğumu düşünüyorum. Doğrudan kişilerin içlerine nüfuz ederek bir “olayı” hikayeleştirirseniz, olayın kendisi sadece bir araç olur, “kişilerin” dünyası, iç sesleri baskın gelir.
Gerek öykülerimdeki gerekse romanlarımdaki insanlarımın bu kadar yalnız görülmeleri, sadece gerçek anlamda yalnız olmalarından değil, içerdeki bu anlatımdan da kaynaklanıyor bence. Çünkü kişinin doğrudan içine nüfuz ettiğinizde onun yalnızlığına da dokunursunuz. Bence haksızlığa uğradığını, yeterince anlaşılmadığını, sevilmediğini hisseden her insan ne kadar yerleşik olursa olsun bu yalnızlığı ve tamamlanmamışlık duygusunu yaşar.
Yerleşik olan-yabancı olan arasındaki hiyerarşi aşkı ve duyguları nasıl etkiliyor? Duygular besleyen kişiler arası hiyerarşi yaratıyor mu?
Yerleşik olanın şeytanı daha fazla devrededir elbette. Kendine olan güveniyle, karar verme mekanizmalarına sahip olması ve yerleşik olduğu yaşamı sürdürme kararlılığıyla. Bugün bütün dünyada yeni göç dalgasıyla yaşanan ve daha da yaşanacağa benzeyen krizler de buna dayanıyor. İnsanlar şu anda yer ve yurt arıyorlar. Bu bir sürecin başlangıcı, sonraki aşama ise yerleşik olanla göçmenin karşılaşması olacaktır, ki bu da yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladı zaten. Yerleşik olanın sonradan gelen üzerindeki tahakkümü, sonradan gelenin bu yaşamdan pay alma isteği, gerek Türkiye’de gerekse de Almanya gibi ülkelerde siyaseti dahi belirliyor. Maddi gibi görünüyor ama aynı zamanda maneviyatların, aidiyetlerin ve kültürlerin çatışması bu.
Yerleşik olanla yabancının aşkı da bu çatışmadan payını alır elbette. Bana göre çoğu zaman böylesi aşklar istisnadır. Çünkü bence insanlar aşkta da kültürel kodlarını bildikleri insanlara meylederler. Göç bir hayal kırıklığından çıkıp daha iyi olana doğru kaçmaktır. İster iş, ister beyin isterse de savaş nedeniyle yaşanılan göç olsun, hepsini “hayal kırıklığı” çatısı altında toplayabiliriz. Yabancıya duyduğumuz aşkı da bu “hayal kırıklığı” kategorisinin altına koyuyorum. Benzerlerimiz arasında bulamadığımız ya da benzerlerimizin bize yaşattığı hayal kırıklığından kaçıp yabancıda nefes alma tahayyülü yani. Bunu mesela Valizdeki Mektup adlı öykü kitabımda yer alan "Seçilmiş" ve Hangi Dildedir Aşk kitabıma adını veren öyküde anlatmayı denedim. Hiyerarşiden söz etmişken, kadınla erkeğin böylesine eşitsiz koşullarda yetiştirildiği bizimki gibi toplumlarda aşkta eşitlikten söz etmemiz mümkün mü? Aşkta hiyerarşi her zaman var, çiftlerden birinin ya da zamanla ötekinin daha fazla tavizler vermesiyle bu ilişkiye ve alışkanlıklara dönüşebiliyor kanımca.
Eski dostlarla/yeni insanlarla karşılaşmalar ve bunların yarattığı gerilimi işliyorsunuz sıkça. Karşılaşmama isteği ve bunun yarattığı gerilimden bahseder misiniz biraz?
Aslında başka yazarları, metinlerinden yola çıkarak neyi nasıl yazdıklarını açıklamakta daha mahirimdir ama iş kendi metinlerime gelince itiraf edeyim; zorlanıyorum. Öncelikle, kurgusal metinlerimde karşılaşmaların bu kadar yoğun olduğunu sonradan başkalarının dile getirmesiyle fark ettim. Hatta Behçet Çelik Valizdeki Mektup’taki öyküleri Notos Kitap’ta değerlendirirken yazısının başlığını “Karşılaşmalar” koymuştu. Bense bunu şöyle açıklayabiliyorum: Çocukluğundan itibaren yaşamın değişik evrelerinde göçmenliği yaşamış, sık sık yer değiştirmiş biriyim. Kahramanlarımın yer değiştirmesi, terk ettiği yerlere geri dönmesi ve içsel bağlılık kurduğu insanlarla yeniden karşılaşması ilk öykülerimin kaçınılmaz konuları olmuş anlaşılan. Bu öykü kitabım sürekli yer değiştirmiş yazarının izlerini taşısa da, hikâye kahramanlarımınkine benzer karşılaşmalar fiilen başıma gelmedi. Açıkçası gelmesini de istemem.
Tabii öykülere şimdi baktığımda, her bir karşılaşma aklımdaki soruları tartışma ama aynı zamanda "Valizdeki Mektup" hikayesindeki gibi bir fikri sorgulama ihtiyacından kaynaklandığını görüyorum. Bazı durumlar mucizevi gibi görünse de aslında kahramanlarımın bu karşılaşmaları karşılaştıkları şeyi ya da kişiyi aradıkları için gerçekleşiyor. Karşılaşmama gerilimi ise herhalde içsel bir hesaplaşmanın yapılamaması nedeniyle bir süreliğine de olsa mutsuzluğa götürür insanı ya da benim örneğimde olduğu gibi başka bir şeye, mesela öykülere dönüşebilir.
Romanlarınızda karakterlerinizin anlamlı bir hayat arayışı sürerken sürekli olarak sıradanın ve rutinin içinde kaldıklarını görüyoruz. Ben bu bölünmüşlüğün (içinde olmak istediği hayat ile olduğu hayat arasındaki bölünmüşlüğün) ana karakterlerin her şeye kenarından kıyısından temas etmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Hiçbir yerde tam olarak yer alamamaktan... Buna katılır mısınız?
Bu hiçbir yerde tam olamama hallerini, kahramanlarımın pek çoğuna sirayet etmiş “ötekilik” ruh halleriyle açıklayabilirim. Bendeki ötekiler göçmendir, hem duygusal hem de bedensel olarak sömürülen kadın, çoğunluk toplumun içinde farklı inanca, farklı bir dile mensup, hatta farklı cinsel eğilimi olan veya yaptığı işi sevmeyendir, hatta aşk acısı çeken insanın gövdesiyle yaşadığı sürgünlük halidir. Bu hiçbir yerde olmama ya da “olma halleri”, kahramanlarımda yabancılaşma, inkar, ortalamaya dahil olma isteği ya da vazgeçme şeklinde ifade buluyor ki hepsi de birer gerilim, tedirginlik ve mutsuzluk kaynağı. Ama buna rağmen öykü kişilerimin güçlü olduklarını düşünüyorum, çoğunlukla direnen, arayan, inisiyatifi ele alabilen bireylerdir, mutsuzluklarına rağmen; çünkü gerçek hayatta olduğu gibi yaşam onlar için de devam ediyor.
Ağıtları aşıp kendi yurduna dönmek ne demektir? Kendi yurduna dönmek ve anlamlı bir hayat kurmak arasında nasıl bir ilişki var?
Ağıtın Sonu romanımda, somut olarak bir ölünün ardında yakılan bir ağıt yok, çünkü romandaki ağıt acının kendisi, acının nasıl dillendirildiği ya da romanın ana kahramanı Fatma’nın tercihinde görüldüğü gibi suskunluğun kendisi, başka bir söyleyişle acının inkarıdır. Ağıtları aşmak ise romanda kişinin acıyla arasına mesafe koyabildiği andır. Bunu bir coğrafya parçası olarak “yurda dönmek” şeklinde tanımlar mıydım, emin değilim. Birey için yurt ne demek? Bunu mutluluk ya da dengeyi yakalamak şeklinde de tanımlayabilir miyiz? Ağıtın Sonu romanı biraz da bu soruların peşinde, ama başka bir şeyin de peşinde: Bir çocuğa güzel masallar, hikayeler anlatarak büyütmekle ağıtlarla, yani kendi acısını devrederek büyütmek arasındaki fark, dengeli ve mutlu bir yetişkinle mutsuz, yakınmalı ya da agresif bir yetişkin arasındaki farktır. Yani Freud’dan beri tekrarlanan şeyi söylüyorum: Ne kadar mutlu bir çocukluk geçirmişseniz, o kadar mutlu olmayı bilen dengeli bir yetişkin olursunuz. Çocukluk da içimizdeki yurttur aslında. Ağıtın Sonu’nda bir kadının hikayesi eşliğinde hem bu çocukluk hem de yetişkinin yurduna odaklanmaya çalıştım.
Ağıtların bittiği yerde masallar mı başlar? Ya da ağıtlar mıdır masalları mümkün kılan?
Adorno’nun şu meşhur cümlesini biliriz pek çoğumuz. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” Adorno bu fikri 1949 yılında yazıp 1952’de yayımladığı bir makalesinde dile getirirken Auschwitz ölüm kampından sağ kurtulmuş ama bütün ailesini orada yitirmiş olan Paul Celan, "Ölüm Fügü" şiirini yazmıştır. Adorno sonraki yıllarda bu düşüncesine açıklık getirir. “Estetik üsluplaştırma ilkesi aracılığıyla kurbanların hayal edilemez kaderi bir anlama sahipmiş gibi görünür, yüceltilir; dehşet yumuşatılır ve tek başına bu, kurbanlara karşı büyük bir adaletsizliktir,” der Adorno. Özetle, sanatçının kurbanları sanat eserine dönüştürme ve bu şekilde yaşadıklarının dehşetini azaltma potansiyelinden bahseder. Ben bu düşüncede aynı zamanda şunu okuyorum: Acıyı anlatı aracılığıyla estetik bir hazza dönüştürdüğümüzde acıyla aramıza mesafe koymaya başlarız.
Aslında Doğu kültürlerinde ölünün ardındaki ağıt da bir çeşit anlatıdır, acıyı dile getirme biçimidir, iyi bir ağıt dilsel hazzı da barındırabilir. Ama Ağıtın Sonu romanında ağıt kavramını mağdur olanın, yani kaybedenin acısı, hatta acının dili ve dilsizliği şeklinde ele aldım. Nitekim romanda babası küçük yaşta öldürülmüş, anne tarafından terk edilmiş olan Fatma’da ağıt suskunluk olarak kendini gösterir, hatta acıyı konuşmamak için seçtiği yalanlar ya da inkarlar olarak. Ama Fatma ne zaman ki acısından söz etmeye, yani hikayesini anlatmaya başlar, acısıyla arasına da bir mesafe koyar ve anlatı masal diline dönüşür. Yani estetik haz girer devreye. Nitekim kitap da hem dil hem de biçim olarak romanın gerçekçi bütünlüğünden ayrılan bir masalla biter.
“Kurban etmek”, “vazgeçmek” ya da “ölüm” gibi unsurlar karakterlerinizin yaşamında dönüm noktası olabiliyorlar. Bu temaların sizin için öneminden bahsedebilir misiniz?
Ölüm zaten her canlıyı bekleyen bir son. İçimizi sebepli sebepsiz yoklayan beyhudelik de bu gerçeği bilmemizden kaynaklı bence. Ama ben ölümün kendisinden çok ölüm biçimlerini tematize ettiğimi sanıyorum. Bizimki gibi toplumlarda maalesef ölümlerimiz de pekala siyasidir, özellikle Ağıtın Sonu romanımda bu yönünü vurgulamayı denedim.Şu anda üzerinde çalıştığım romanda da bu konuyu daha da derinleştirip üç ayrı ölüm biçiminden yola çıkarak roman kişilerimin yaşamlarına odaklanıyorum.
Kurban kavramını ise geniş anlamıyla ele aldığımı sanıyorum: Temmuz Çocukları romanındaki Süheyla karakteri aileleri, erkekleri tarafından sömürülen kadınlara bir örnektir. Süheyla bu kurbanlığa sonradan karşı koymuş, ama ne aldığı eğitim ne de içinden çıktığı koşullar bağımsız birey olarak hareket edebilmesine olanak vermiştir. Oysa kardeşi Aysu daha güçlüdür, mutsuz da olsa “vazgeçebildiği” için de güçlüdür. Bu haliyle vazgeçmeyi sadece bir olumsuzluk olarak ele almamak gerek.
Öykülerinizi geçmişin kayıp nesneleri üzerine kuruyorsunuz. Kapalı kutular, sandıklar vb. Tüm bunlar karakterin kendi bütünlüğünü nasıl etkiliyor?
Hem hayata bakışımda hem de metinlerimde gerçekçi olduğumu sanıyorum. Ama bir yanımda da masalları özleyen bir çocuk gizli ve bu, yazdığım metinlere, dilime yansıyor. Ağıtın Sonu’ndaki iki masal da temelde masallara, mitlere karşı çıkan gerçekçi yazarın acımasızlığıyla kaleme alınmıştır ama yine de beni o masalların diline götüren içimdeki çocuğun özlemleri oldu sanırım.
Kapalı kutu ya da sandıklarsa "Valizdeki Mektup" adlı hikayemde birer motif olarak çıktılar karşıma. O öyküde nesneler hem masalın hem de tarihin simgeleridirler. Nesnelere (bunlar acılı yakın tarihin nesneleri bile olsa) dokunan çocuğun gözünde tarihin nasıl masal gibi algılanabildiğini hikaye eder "Valizdeki Mektup." Almanya’da büyümüş Türkiyeli göçmen bir çocuğun soykırım vahşetini nasıl alımladığını, o dönemden kalma bir valizle kurduğu ilişki üzerinden anlatıyorum çünkü.
Ağıtın Sonu romanımda ise ailesinin kimliğinden ve tarihinden gelen bir inkarın ve acının bir kadının seçimlerini, aşkı yaşama biçimini nasıl belirlediğini anlatmayı denedim. Romandaki iki masal yazmanın hazzıyla kendiliğinden dilimin ucuna gelmiş olsa da, şimdi bunların bir toplumsal belleğe vurgu yaptıklarını görüyorum. Gerçekte de hiçbirimiz bizi biz yapan toplumun ortak belleğinden tam azade değiliz, diye düşünüyorum.
Söyleşi: Hüseyin Kesim
hkesimm@gmail.com
Yazının kaynağı: http://sabitfikir.com/dosyalar/odak-yazar-menekse-toprak