Polisiye Söyleşiler-2: Celil Oker
Said Çangır ve İpek Bozkaya ile birlikte 2013-2014 yılında yazarlarla yaptığımız söyleşilerden. Aynı 20 soruyu farklı yazarlara sorduk.
1. Siz polisiyeyi nasıl tanımlarsınız?
Polisiyeyi klasik tanımı içinde sahipleniyorum. Bir tanım girişiminde bulunmam gerekirse, yüksek bir çoğunlukla cinayet şeklinde işlenen ve faili tarafından açıkça sahiplenilmeyen ağır bir suçun, profesyonel ya da amatör bir soruşturucu tarafından soruşturulması ve ortaya çıkarılmasını hikaye eden bir roman türüdür diyebilirim.
Bu anlamda kökenlerini ve ortaya çıkışını, endüstri devrimi ve yoğun şehirleşmenin sonucu, bu tür suçların bireyselleşmesiyle, bu gelişmeye bağlı olarak kamu otoritelerinin “polis” örgütlenmesine ağırlık vermesinin görüldüğü 18.yy ortalarıyla bağlantılı buluyorum. Öte yandan, metodolojisinin şekillenmesinde, aydınlanmanın izlerini görüyorum. Bu şekillenmenin temelinde, insan, doğa ve toplumun akıl yoluyla kavranabileceği öngörüsünün ve bunu sağlayan akıl yürütme tekniklerinin, cinayet gibi en temel insan hakkına tecavüz anlamına gelen bir eylemin de aydınlatılmasında kullanılabileceği düşüncesi yatıyor diye düşünüyorum.
Anlaşılabileceği gibi, polisiye romanı yalnızca anlatı yöntemi, okuma kolaylığı ve sürükleyicilik özellikleri ve merak temelinde ele almıyorum. Edebiyatın bir dolu tema arasında, suç, suçlu, vicdan, intikam, adalet ve polisiyede sıklıkla ele alınan temaları da elbette ele alabileceğini, aldığını, bunun sözgelimi son zamanlarda sıklıkla ileri sürüldüğü gibi, Suç ve Ceza, Hamlet ve benzerleri büyük eserleri polisiye saymaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Böyle bir iç içe geçirme çabasının hem edebiyata, hem polisiyeye büyük haksızlık anlamına geldiğine inanıyorum.
Öte yandan, polisiyenin son derece sınırlı bir tarif içinde, “katil kim?” sorularının peşinde koşan insanların hikayelerini anlatırken, tüm popüler kültür eserlerinin yaptığı gibi, çaktırmadan, altını çizmeden, kendine temel görev bellemeden, içinde yaşanılan zamanın, toplumun, üretim ilişkilerinin sergilenmesine önemli katkılarda bulunduğunu düşünüyorum.
Son derece pratik bir bakış açısından olsa da, geniş topluluklarda okuma alışkanlığının gelişmesinde de önemli katkılarda bulunduğunu söylemeden de geçemeyeceğim.
2. Neden polisiye türünde eserler kaleme alıyorsunuz?
Öngençliğimde ve gençliğimde Türkiye’nin Hemingway’i olmak isteyen birisiydim. Yazar olmak isteyen bir gencin yaşadığı bütün süreçleri ve olağan acıları yaşadım. Üniversiteden sonra birkaç hikayem Yarın Dergisi’nde yayınlandı. Beklediğimin aksine, ne benim hayatım değişti, ne dünya değişti. Boşladım edebiyatı.
Aynı çağlarda, yoğun bir polisiye edebiyat okuyucusuydum. Türkçe’de o ana kadar çıkmış polisiye eserlerin tümünü değil elbette ama ciddi bir çoğunluğunu okumuştum. Zaten normal okumalarımın yanı sıra, “B” sınıfı kabul edilen her türden abur cuburu da okumaya ve seyretmeye de çok meraklıydım.
Hayatımda yazı yazmaktan başka bir işle para kazanmadım. Küçük, parçalı, düzensiz çeviriler, kısa sürelerle gazetecilik, ansiklopedi madde yazarlığı bunlar arasındadır. Uzun süre reklam yazarlığı yaptım.
Yaşım ilerlediğinde bu üç deneyimin getirdiklerini birleştirerek polisiye edebiyat içinde olmak çekici geldi bana. Polisiye kültürümün çerçevesi içinde ve bu türün temel meselelerine hakim birisi olarak, yazar olma çabamın dil ve anlatım duyarlılığını kullanarak, reklam yazarlığının üretim alışkanlığı ve ilham beklemekden uzak tutumunu birleştirdim. 90’lı yılların sonunda, Türkiye’de yeniden yükselen polisiye edebiyata katkıda bulunacak insanlardan birinin de ben olmam gerektiği düşüncesinden hareketle, geç sayılacak bir yaşta, polisiye roman yayınlamaya başladım. Piyasaya Kaktüs Kahvesi Polisiye Roman Yarışmasını kazanarak çıkmam bu süreçte ilerlememe itici güç sağladı. Devam ettim.
Kitaplarımın 2000 yılından beri kimi Avrupa ülkelerinde de yayınlanması işime daha ciddi sarılmama neden oldu. Zaman zaman istemediğim aralar vermiş olsam bile, toplamda yaptıklarıma güvenim ve bu alanda anlamlı işler yaptığımı sezme duygum hiç azalmadığı için devam ediyorum.
3. Karakterlerinizi nasıl yaratıyorsunuz?
Bu soruyu ikiye bölerek cevaplamam gerekir:
İlk polisiye romanım Çıplak Ceset’i yazmaya başlamadan çok önce, nasıl bir kahramanım olacağına ilişkin çok kafa yormuştum. Kahramanımın bir özel detektif olmasından başka bir seçenek düşünmüyordum. Kamu çalışanı detektifler hakkında, polisler hakkında bilgim çok zayıftı. Üstelik teorik nedenler yüzünden gerçeklik duygusu yaratabileceğimden kuşkuluydum. Türkiye’de polislerin temel olarak delilden sanığa değil, sanıktan delile gitme alışkanlığında olduğunu biliyordum.
Kaldı ki, polisiye edebiyatı neredeyse romantik bir hale getiren unsurların başında özel detektif tiplemesi olduğu gerçeği ortadaydı. Gençlik okumalarımın merkezinde olan ve takipçisi olduğumu hiç saklamadığım ustalarım Dashiell Hammet ve Raymond Chandler’ın özel detektif kahramanları, türün kraliçesi Agatha Christie’nin Poirot’su benim için aşma çabalarına girmeye değer zirve noktalarıydı.
Bu nedenlerden dolayı bir Türk özel detektif üzerinde düşünmeye başladım. Ülkemde olmayan bir mesleğin sahibi bir edebi kahramanı inanılır biçimde yazmak yine önüme koyduğum başka bir meydan okuyucu görevdi. Konuyla ilgili parlamentodan çıkmış ama veto yüzünden hayata geçmemiş bir yasayı gerçekleşmiş kabul etmeye karar verdim.
Popüler aşk romanlarının kahramanları üzerine yapılmış bir araştırmanın, doktorların ve pilotların, hakkında okunmaya değer meslekler olduğunu ortaya çıkardığını biliyordum. Türkiye’de ticari pilotların çoğunluğunun Türk Hava Kuvvetleri’nden emekli olmuş pilotlar olduğunu da. Böylece bana kahramanımı emekli bir hava yolu pilotu yapmam için yol açılmış oldu.
Remzi Ünal’ın diğer özelliklerini aynı çizgi üzerinde geliştirdim: Söz konusu yasa silah taşımaya izin vermiyordu, o yüzden bir süre çalıştığım Aikido kültürüne sahip oldu o da, işinden alkol problemi yüzünden kovulmuş bir eski pilotun nostalji içinde uçuş simülatörü da kullanması mantıklıydı. Kadınlarla ilişkisini tipik özel detektif stereotipinin tam tersi olarak kurguladım. Bu özelliği daha ilk kitaptan ilgi çekici geldi okurlara.
Sonuç olarak, sonraki kitaplarımın da kahramanı olacak Remzi Ünal’ı hem yerli hem uluslararası, hem tipik hem özel, hem güçlü hem güçsüz, hem başarılı hem başarısız bir karakter olarak şekillendirmeye gayret ettim. Bu tutumum polisiye kültürüm kadar, hikaye anlatma teknikleriyle ilgili soyut bilgimin sonucuydu.
Elbette her polisiye öykünün sair kahramanları da vardır. Kurbanlar, katiller, zanlılar ve ötekiler. Her kitapta bu kişileri mümkün olduğunca toplumumuzda sıklıkla görülen profillerde insanlar olarak şekillendirmeye gayret ediyorum. Gerçeklik duygusunu kaybetmemek için Amerikalıların “larger than life” dedikleri türden insanları hikayelere katmaktan kaçınıyorum.
Her karakterimin, şiddetle inandığım o ilke doğrultusunda hem tipik hem özel olmasına gayret ediyorum. Katillerimin kadınlar ve erkekler arasında eşit dağılmasına özen gösteriyorum. Her hangi bir konuda cinsiyetçi olmamaya da. Sıklıkla yalnızca Türkiye’de rastlanacak yan karakterler kullanmayı anlamlı buluyorum. Çocukları maceraların esas unsurları olarak kullanmamaya özen gösteriyorum.
4. Eserlerinizde suç nasıl bir yere sahip?
Cinayet kitaplarımdaki temel suç elbette. Onları şekillendirirken de yukarıdaki terimle, “larger than life” yöntemler peşinde koşmuyorum. Görkemli cinayetler, beden parçalanmaları, manyakça, ürpertici zulüm örnekleri benim kitaplarımda yok. Cinayetler çoğunlukla temiz ve net. Benim için hikayenin geri kalanını anlatmak için birer başlangıç vasıtası olmaktan ileriye gitmiyorlar.
Cinayetlerin nedenleri ise tümüyle bireysel. Neredeyse hepsi günümüz yaşamının getirdiği yarışmaların uzantısı ve insanlar arasındaki para ve iktidar mücadelesinin sonucu. Aşk hiçbir zaman temel bir cinayet nedeni olmadı benim için. Bu cevapları yazarken kıskançlığın ıskaladığım cinayet nedenleri arasında olduğunu fark ettim. Gelecek kitapların birinde bunu telafi edebilirim belki.
Cinayet eylemini insanlığın temel varoluş meselelerinin biri olarak görmedim hiç. Onlar üzerinden bireylerin iç dünyalarına girmek, kişiliklerini açığa çıkarmak çabası ilgimi çekmedi. Bu yapılabilir elbette. Yapmayı, kişisel olarak büyük “e” harfiyle edebiyat yapanlara bırakmayı tercih ediyorum.
Toplumsal nedenli, siyasi ya da feodalite kökenli cinayetlerle de işim olmadı. Bunları işin içine kattığınızda, dolaylı da olsa, toplumsal değer yargılarını da katmak zorunda kalırsınız. Açıktan olmasa da, yorum çabalarınız anlatının içine sızar. Bunu yapmayı hem bir yazar olarak istemedim, hem de dünya işleri, sosyal sorunlar, politik tutumlar hakkında ahkam kesmenin polisiyenin görevleri arasında olduğuna inanmıyorum.
Bu konular, kendimi ve donanımımı eksik hissettiğim, söz yetiştirmekten kaçındığım sorumluluklar içeren alanlar. Elbette sosyal, siyasi, uluslararası konularda kişisel yargılarım, tutumlarım var. Ancak başka insanlara, tanımadığım insanlara gizli, açık önerilerde bulunacak kadar üzerinde düşünüp, başkalarıyla ve kendimle kavga etmediğim, son derece ciddi konular bunlar. Bu tutum benim için bir ilke ve ahlak meselesi. Polisiyeyi yüksek dünya meselelerine ilişkin görüşlerime aracı etmem. Bu alanlarda söyleyecek tutarlı sözüm olduğuna inandığımda, oturur “normal” bir roman yazarım diye düşünüyüm. Beceririm beceremem, o ayrı.
Öte yandan, kitaplarımda katilin dışındaki kişiler de, hiç sütten çıkmış ak kaşık değil. Hemen her biri, hikayelerin belli noktalarında kendi çıkarlarını korumak için yalan, ikili oynama, sahtekarlık ve ihbarcılık gibi eylemlerden kaçınmıyorlar. Bu bana hikayeyi ilerletecek dramatik sıçramaların yanı sıra, yaşadığımız toplumun genel karakteri hakkında izlenimlerimi yansıtma imkanı da sunuyor.
Klasik polisiye edebiyatta sıklıkla görülen “sidekick” kişiler benim kitaplarımda yok. “Yenik ve Yalnız”a kadar ara sıra gözüken, bu role en iyi aday gibi duran bir kişiyi, söz konusu kitapta, sonsuza kadar bu görevinden azletmiş bulundum.
5. Polisiye ve dil arasında nasıl bir ilişki var sizce?
Ortalıkta “polisiye tadında” diye ve sık sık kullanılan bir ifade olduğuna göre, yoğun ve özel bir ilişki vardır diye düşünülüyor sanırım. Bence o kadar değil. Kolay okunmak, yaygın okunmak, bütün edebiyat ürünlerinin amaçladığı bir şey olmalı bence. Dünyanın en değerli fikirlerini dile getirseniz bile, sizi okuyan birileri olmadıkça hiçbir işe yaramaz. Zor okunan bir yazar olmak isteyen de, az okunmaktan şikayet etmemeli bence. Tercih meselesidir, sonsuz saygı duyarım. Ancak hem o tercihi yapıp hem de “az okunuyorum” diye kendi eseri dışındaki unsurları suçlamak doğru değil diye düşünüyorum.
Dil konusunda kendi tutumuma gelince: Doğru bildiğim şekilde yazmaya dikkat ediyorum. Polisiye olmayan bir roman yazsam nasıl yazarsam öyle yazıyorum. Bu ilkemi Beşpeşe’de sıra bana geldiğinde yazdığım parçada da uyguladım.
Çok özel, kendi başına bir anlam taşıyan bir dille yazmıyorum. Dikkat ettiğim şeyler var, o kadar.
“Show, do not tell” ilkesine elimden geldiğince sahip çıkarak yazıyorum. Okurların, -entrika anlamında değil, o anda ne anlatıldığına dair- birçok şeyi kendisinin keşfetmesine yardımcı olmaya özen gösteriyorum.
Uzun ve kısa cümleleri, pek de matematiğini bilmediğim bir şekilde, belli dizilişlerle kullanıp, yazının ritmini oluşturmaya çalışıyorum.
Devrik cümleleri çok kullanıyorum galiba. Bazılarının yersiz olduğuna ilişkin eleştiriler aldım. Ancak cümlenin odak noktası ve bir sonraki cümleye bağlantılar açısından devrik cümle vazgeçilmez bir şey galiba. Bundan sonra daha dikkatli olacağım bu konuda.
Kitaplarımda altı çizilebilecek cümleler kullanmamaya özen gösteriyorum. Parlak cümleler aklıma geldiğinde, anlatının gidişatı içinde ne işe yarayacaklarını düşünüyorum. Pek işe yaramıyorsa ve parlak cümleme veda edecek gücü gösterebilirsem, siliyorum.
Tüm anlatının temposuna çok dikkat etmeye çalışıyorum. Yüksek tempoyu ara ara ağırlaştırmak, okura nefes alma fırsatı vermek gerektiğini bilerek yazıyorum.
Yukarıda saydıklarım ve saymayı unuttuğum bir iki şey daha, yanlış anlaşılmasın, sadece niyetim. Bu söylediklerimi eksiksiz başarıyorum diye bir düşünce içinde değilim. Bu noktalarda ve başka noktalarda eksik, tam olarak doğru olmayan yazdıklarım da var. Kusurlar tümüyle bana aittir. Yazdıkça daha iyi yazmanın öğrenildiği gerçeğini hiç unutmamaya çalışıyorum.
6. Polisiye ve şehir arasında bir ilişki var mı? Eğer varsa bu ilişki nasıl bir ilişki?
Hem de nasıl var…
Birincisi polisiyenin ele aldığı, cinayet başta olmak üzere suçlar, temelde şehirlerin, metropollerin ürettiği servet birikimlerinin yeniden dağılmasında hakkına razı olmayanların bireysel çözüm arayışlarının sonucudur. Mafya nerede kolay kazanıldığı düşünülen para varsa orada biter kendi yöntemleriyle. Bu, özel mafya da olabilir, devlet bağlantılı mafya da. Rant, temel olarak şehirlerde, şehirlerin yarattığı imkanlarla oluşur. Rant ise yasalarla değil, kaba güçle, rüşvetle, gerektiğinde cinayetle paylaşılmaya çalışılır. Polisiye için mükemmel bir ortam.
Kaldı ki şehir, kalabalığıyla, toplumsal denetimin mecburen zayıflamasıyla, devlet gücünün yetmemesiyle suça daha yatkındır. Herkes tek başına ve herkes herkese karşıdır. Bakmayın Miss Marple’ın küçük kasaba detektifliğine, çıkarsamalarının yarısından çoğu, doğal olarak kendi küçük toplumunda duyduklarına, daha önceden gerçekleşen olaylarla kurduğu bağlantılara dayalıdır.
Benim için de durum aşağı yukarı böyledir. Kahramanım İstanbul sokaklarında katil kovalamaktadır sekiz kitaptır. Bizim yaşadığımız sokaklarda, kamusal alanlarda.
Yukarda özetlemeye çalıştığım yaklaşımın yanı sıra, özel bir nedeni de var İstanbul’u bu kadar önemsememin. Gençliğimde yutarcasına okuduğum polisiyelerin çoğunluğu büyük metropollerde geçiyordu. New York, Londra, Paris, Los Angeles… Bunların arasına İstanbul’u katmak bir tür borç ödeme idi polisiye edebiyata karşı. Kitaplarım yabancı ülkelerde yayınlanmaya başladığında bu konu daha da önem kazandı benim için.
İstanbul arka planını kullanırken çok temel bir ilkemden hiç taviz vermedim. İstanbul, özellikle yabancıların gözünde, kolaylıkla ve sık sık oryantalist bir bakış açısıyla ele alınan bir şehir. Bu tuzağa düşmemeye çalıştım. Remzi Ünal tipik bir İstanbullunun yaşadığı yerlerde dolaştı hep. İstanbul denince akla gelen turistik noktalara ayak basmadı hiç. Beyoğlu hariç. Beyoğlu’nu salt turistik bir yer olarak görmeye çalışanlardan değilim elbette.
Üstelik İstanbul’un çok katmanlı bir metropol olmasının getirdiği çeşitlilik ve dinamizm dünyanın diğer polisiye yazarlarını kıskandıracak özelliklere de sahip. Bu da benim ve bir dolu meslektaşımın şansı diyelim.
7. Türkiye'de polisiyenin köklü bir geçmiş var mı?
Hem de nasıl. Merak edenler Erol Üyepazarcı’nın tuğla kitabına ve konuyla ilgili çok sayıda yazısına bakmalı. Bu arada Korkmayınız Mister Sherlock Holmes!’in son yılları da içine alacak şekilde tazelenip yeniden basılacağı haberinin beni çok mutlu ettiğini belirtmeliyim.
Türkiye’nin polisiye geçmişinin oluşturduğu geleneğin bir parçası olmaktan müthiş bir mutluluk duyuyorum. Türün ülkemizde bugünkü varlığına, kendine gerçekte olandan büyük bir pay çıkaranlardan olmadım hiç. Söz ettiğim geleneğin kıyıda köşede kalmış ürünlerini yeniden canlandıranlara da teşekkür etmeli, minnettarlık duymalıyız.
Geçmişi bilmeyen, geçmişe belli ölçülerde yaslanmayan, hesaplaşmak için dahi geçmişi özümsememiş hiçbir artistik, edebi, düşünsel etkinliğin sağlıklı gelişemeyeceğine derinden inanırım. Her hangi bir alanda var olanı değiştirmek, sanatçının en doğal hakkıdır. Bunu gerçekleştirmek için alanın geçmişine hakim olmak gerekir. Bu konudaki eksiklerimi gidermeye çalışıyorum.
8. Polisiyeyi diğer roman türlerinden ayırıcı özellikleri sizce nelerdir?
Bu konudaki düşüncelerimi başlardaki soruları yanıtlarken bir miktar açıkladım. Temelde, ele aldığı olay cinsi dışında çok büyük farklar olduğunu düşünmüyorum. Kitaplarımdan birinde, polisiye roman yazmaya karar vermiş bir aşk romanları yazarına Remzi Ünal’in bu konuda şöyle cevap verdiğini hatırlıyorum: “Öteki romanlarınızı nasıl yazıyorsanız öyle yazın. Birbirleriyle sevişeceklerine öldürsünler yalnızca.”
Doğrusu, ben de öyle yapmaya çalışıyorum.
9. Polisiye ve eleştirisi konusunda neler söylersiniz?
Sosyolojik, siyasi, insani, edebi, hangi alan olursa olsun, ortada sağlam bir olgu varsa, çevresinde o olguyu besleyen, ondan beslenen adacıklar oluşur. Yeni açılan bir hastanenin çevresinin eczanelerle dolması gibi. Sağlıklı bir şeydir bu. Ülkemizdeki polisiye edebiyat çevresinde de benzeri bir oluşumun varlığını görmek mutluluk verici. Yalnızca polisiyeye odaklanmış yayınevlerimiz olduğu gibi, çalışmalarının arasına polisiyeyi de ağırlıklı olarak alan eleştirmenlerimiz, araştırmacılarımız, gazetecilerimiz, internet sitelerimiz var. Üniversitelerde alanın akademik olarak ele alınması büyük mutluluk verici ve türün gelişkinliğini göstermek ve daha da gelişmesine yol açmak açısından çok önemli.
Polisiyeye özel önem veren eleştirmenlerimiz görevlerini yapıyorlar bence. Edebiyat eleştirisinin son yıllarda bir miktar geriye düştüğü eleştirilerinde haklılık payı olabilir. Çok katılmıyorum. Eleştiriyi tek tek kitapları irdelemekle sınırlı görmüyorum çünkü. Türün genel meselelerine değinen, tarihini irdeleyen, dönemler arası ilişkileri açığa çıkarmaya çalışan çalışmaları da eleştiri olarak görüyorum.
Kişisel olarak polisiyeye ağırlık veren eleştirmenleri, yaptığım, yapmaya çalıştığım işi anladıkları için doğrusu çok memnunum. Daha da önemlisi, Türkiyeli eleştirmenlerin kitaplarım hakkında yazdıklarıyla, yabancı eleştirmenlerin yazdıklarının aşağı yukarı benzer noktalara değinmeleri. Bu, bizim eleştirmenlerimizi hiç de hafife almamamız gerektiğinin başka bir göstergesi.
10. Polisiye ve toplum-siyaset-gündem arasında sizce bir ilişki var mıdır, nasıl?
Genel olarak edebiyatla soruda saydıklarınız arasında nasıl bir ilişki varsa, o kadar vardır. Yani epeyi. Bunu güncel olaylarla yakın ilişki anlamında düşünmüyorum. Belirli bir dönemin insan özellikleri, yaygın ve egemen dünyayı kavrayış modelleri, üretim ilişkileri, zenginliğin el değiştirme yöntemleri vb. edebiyatın alttan alta ilerleyen temel taşlarıdır. Bunlar genel olarak edebiyata ne kadar yansıyorsa, polisiyeye de o kadar yansır.
Şu var ki, popüler kültürün kimi gel geç unsurları, bence o kültürün bir parçası olan polisiyeye, biraz daha görünerek girer. “Seri katil” (sic.) kavramı gibi.
Oysa nasıl yaşıyorsak öyle ölürüz.
Kadına genel olarak ikinci sınıf muamelesi yapıyorsak, arada sırada onları öldürürüz de. Vergi kaçırıyorsak, güvenlik önlemlerini gereğince almayarak işçileri öldürürüz. Trafikte başkalarının haklarını umursamıyorsak, miras paylaşımında da kimi hak sahiplerini öldürürüz. Liste uzar gider.
Yeterince incelersek, dünyanın tüm önemli polisiye eserlerinde, toplum ve siyasetin kendisini benzer biçimde gösterdiğini görmek mümkün ve kolaydır. İçkiyi yasaklarsanız, boşluğu mafya doldurur. Mafya kendi hayat tarzı içinde, çelişkileri şiddet ve cinayetle halleder. Bakınız “hardboiled” Amerikan polisiyeleri. Aristokrasi gerileme dönemindeyse, kimileri zenginliklerini korumak ya da yeni zenginlikler edinmek için birilerini öldürür. Bakınız Agatha Christie polisiyeleri.
11. Polisiye yazmak için örneğin S. S. Van Dine'da olduğu gibi belirli kurallar olması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Kurallar, evet. Yalnız polisiyede değil elbette. Hayatın, yaratıcı etkinliklerin tüm alanlarında. Kuralları yıkmanın ancak onları iyi bilerek gerçekleştirilebileceğini hiç unutmayarak.
Kişisel olarak klasik polisiyenin okurla yapması gereken gizli anlaşmanın maddelerine hep uymaya çalıştım. Düzeltiyorum, bir kez, tek bir kez, bilerek uymadım o kurala. Kimse yüzüme vurmadı ama, bazı okurlarımın ve eleştirmenlerin bu oyunbozanlığın farkında olduğunu seziyorum. Bu küçük yaramazlığımın dışında, okuru kandırmamaya, tanrı/yazar avantajını kötüye kullanmamaya, okuru kendimle eşit tutarak şaşırtmaya özen gösteriyorum. Polisiyenin tümüne atfetmediğim, salt kendim için belirlediğim kurallar da var elbette, onları gizli tutmama izin verin.
12. Polisiyenin Türkiye'de 1990'lardan itibaren giderek rağbet gören bir tür olmasını nasıl açıklarsınız?
1980’lerde, Turgut Özal’la simgelenen dönüşüm sonunda, oldukça değiştik ülke olarak. O çağda Amerika ve İngiltere’deki baskın ekonomik ve ideolojik yönelişe paralel olarak, kapitalizm ve ahlakı konusundaki eksiklerimizi giderdik. “Yükselen değerler”imiz hızla başkalaştı. Bu değişimin, darbeyle sindirilen “solcu” düşüncelerin yokluğunda hızlandığı da aşikar.
Kazanmak, hep kazanmak duygusu, adalet, dayanışma ve kardeşlik duygusunun önüne geçtiğinde, bireysel kazançlar için her türlü yoldan çıkma mübah kılındığında, birilerinin birilerini öldürmesi ve bunu gizlemesi temelinde bir anlatı türü olan polisiye için uygun bir toplumsal ruh hali oluştu.
Hala da süren, eski feodal öldürme mekanizması polisiyeye uygun düşmüyordu. Adam ya da kadın birisini öldürüp, bunu açıkça üstleniyordu. Cinayetin gerekçesinde de bu yatıyordu zaten. Polisiye yoktu.
Bireysel kazançlar için birisini öldürürseniz, o kazancı yaşayabilmek için cinayetinizin üstünü örtmeye çalışmanız gerekir. İşte polisiye.
13. Polisiye, başka roman türleriyle karşılaştırıldığına alt türleri diğerlerine oranla daha çok olan bir tür mü? Neden? Siz kendinizi bu alt türlere yakın hissediyor musunuz?
Hayır, hissetmiyorum. Polisiyenin alt türleri ve birbirleriyle ilişkileri üzerine fazla düşünmedim. Bu yüzden cevabım çok kısa.
14. Polisiye eserlerde şiddet konusunda ne düşünüyorsunuz?
Cinayetin şiddetin en billurlaşmış hali olduğunu kabul edersek, polisiyedeki yerini sağlam biçimde tarif etmiş oluruz. Yok eğer, anlatının içinde kapsadığı yeri kastediyorsanız, yazarına göre değişir diyebilirim. Mini etek için kullanılan yaygın tariften hareketle, kitabın nabzını daha hızlı attıracak kadar makul, okuru şahit olduklarından kusturmayacak kadar sınırlı diyebilirim.
Kitabında gerçeklik duygusunu okura taşıyamayan yazarların, her biri bir yerde gövde parçaları, bidonlar dolusu kan, testere, yarılmış organlar, buzdolabında kelleler peşine düşmelerini anlamalı ve hoş görmeliyiz bence. Onlar da okurlarını bulur, has polisiye okurları ise onları gülümsemeyle karşılar.
15. Polisiye her zaman içinde bir suçlu-suç ve araştırma ilişkisini barındırmalı mıdır? Neden?
Her halde. Bu her zaman bir cinayet olmayabilir. İyi polisiye yazarları ve okurları, devlet için çok önemli bir mektubun bulunması çevresindeki bir entrikanın da peşine düşmüşlerdir türün tarihinde. Ancak insana karşı işlenen suçların en majestiği olan cinayet, yine türün tarihinin kanıtladığı gibi, neredeyse vazgeçilmezdir bence. Eh, işin araştırma faslı da eksikse, gider büyük “E” harfiyle edebiyat yazanların kitaplarından birini okurum ben de.
16. Sizin beğendiğiniz polisiye yazarları kimlerdir? Neden?
Bir işi yapan bir kimsenin, aynı işi yapan diğerleri hakkında yorum yapmasının, eleştirmenliğe soyunmasının doğru olmadığına inanırım. Bir sürü gerekçesi var bu tutumumun. Başında beğenilerinizde objektif olmanızın imkansızlığı gelir. O yüzden şimdiye kadar başka polisiye yazarları hakkında görüş bildirmekten özenle kaçındım.
Kendimi yaklaşımlarına yakın hissettiğim, tutumlarının izleri yazdıklarımda görünenleri, ustam bellediklerimi ise apaçık söyledim hep. “Hardboiled” polisiyelere yakın bir polisiye yazarıyım ben. Raymond Chandler, Dashiell Hammet, Mickey Spillane, dönüp dönüp okuduklarımın başında gelir.
17. Polisiye bir türde eser kaleme alırken uzmanlık gerektiren yardımlar alınmalı mıdır? Neden?
Yalnızca polisiye yazmak değil, ne iş yapıyorsanız yapın, bilmediğiniz şeyleri bilenlere sorarsınız. Yazarken çiçeklerin, kumaşların, dokuların, renklerin adını eşime sorarım hep. Sorunuzdan kasıt, polis soruşturma işlemlerindeki uzmanlık ayrıntıları ise, kitaplarımda o tür şeylere pek yer vermediğim için özel bir bilgilenme gereği duymadım. Günümüzde elinizin altında internet olduğu sürece, yalnızca şunu ya da bunu öğrenmek değil, sokakları, caddeleri sanki gitmiş gibi görmek bile mümkün. Bu olanağı bol bol kullanıyorum.
Ancak bildiklerinizi, öğrendiklerinizi içselleştirmenin, kendinizin kılmanın bu noktada çok ama çok önemli olduğunu da biliyorum. Ortalığa bilgi, teknik, ayrıntı dökmek, işin tümünü sanki doğduğunuz andan beri bildiğiniz izlenimini vermediğinizde, daha çok aleyhinize çalışabilir, dikkat.
18. Polisiye ve çoksatarlık, polisiyenin tanıtımı, reklamı hakkında neler düşünüyorsunuz?
Çok satmanın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum, önünde saygıyla eğilirim. Bu boktan dünyada, bir kitabın çok satmasından başka bir yazarı ne sevindirebilir ki?
Çok satmanın bir yazarın niteliğini göstermekten çok, yaptığı temel tercihleri gösterdiğine inanırım. O temel tercihleri yaparken, yapmak istediğinizden başka şeyleri, çok satmak için geri plana almaya başladığınızda, işte o zaman, problemler başlar bence. Öte yandan, yaptığınız o temel tercihler, istediğiniz satışa yol açmadıysa, beni anlamıyorlar diyerek ağlamak nefret ettiğim yazarlık tutumlarının başında gelir.
Tanıtım ve reklam konusunda, Nazım Hikmet’in taa 1920’lerde yazdığı kimi yazılarındaki tutumuna yürekten katılıyorum. Ne demiş adam diyenler, o yıllardaki yazılarının toplandığı kitaplara bakabilirler. İt Ürür, Kervan Yürürbunlardan biridir. Hikmet’in o yıllarda hallettiği meseleyi bugün yeniden tartışmayı gereksiz buluyorum.
19. Polisiye diğer türlere göre dizi, sinema vb. sanat dallarına uyarlanmak için daha uygun bir tür müdür? Neden?
Ele aldığı konular, popüler kültür içindeki yeri, anlatımdaki temposu gibi nedenlerle sanki öyle gözüküyor. Bu yazarların değil, sinema yapımcılarının meselesi daha çok bence. Özgün senaryoların eksikliği duyulduğunda, aşk filmleri, serüven filmleri, fantastik filmler vb. gibi filmlerde çokça yapıldığı gibi polisiye kitaplara da başvurulabilir. Yazarın ve kitabın bilinirliğine de katkısı olur mu, olur.
20. Polisiye türünün sizce nasıl bir geleceği olacak?
Bilmiyorum. Bugünlerde kitap denen nesnenin, bildiğimiz haliyle devam edip etmeyeceğini tartışıyoruz, onda bile fikir birliği yok.
Tek bildiğim, insanoğlunun başkalarının başından geçmiş uydurma hikayeleri okuma, izleme ihtiyacının hiç sona ermeyeceği. Dünyanın en güzel şeylerinden, insanlığın en anlamlı etkinliklerinden biridir bence bu. Hem yazmak, hem okumak. Polisiye türünde olmuş, olmamış fark etmez.
Zaten bu inançta olduğum için polisiye yazmayı sürdürüyorum galiba.