Polisiye Söyleşiler 3: Şebnem Şenyener (Söyleşiler)

Polisiye Söyleşiler 3: Şebnem Şenyener

Ana Sayfa | Blog | Polisiye Söyleşiler 3: Şebnem Şenyener (Söyleşiler) - 6.12.2019

Polisiye Söyleşiler 3: Şebnem Şenyener

Said Çangır ve İpek Bozkaya ile birlikte 2013-2014 yılında yazarlarla yaptığımız söyleşilerden. Aynı 20 soruyu farklı yazarlara sorduk.


KALBİM ÇIRILÇIPLAK

 

Şebnem Şenyener

 

 

1-Polisiyeyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Polisiye bir hikayeyi en demokratik anlatan yazımdır. Cinayete karşı edebiyatın adalet hayalidir. O nedenle edebiyat içi bir ifade biçimi diye düşünüyorum.

 “Ölümün Şarkısı Özgürdür”de, mayına basıp ayaklarını kaybeden savaş fotografçısı karakteri Dolunay Kumru’nun ifadesiyle:”..insanlar boğaz boğaza en vahşi anlarında, gözü dönmüş kan kusarken köşeden bir muhabir başını uzatacak, yüreği perçemli biri tutmuş o kamerayı, o köşeyi ve geri planı kareye alacak, başka hiçbir şeyi düşünmeden kayda almaktan başka, aklın bir köşesine yerleştirsin dünya diye, işte bu kadar... duygu yükü nefese taşar o an, bütün mekanizma toplu bir hayat mücadelesinin içine kayar. Ya yaşayacak ya yaşayacak oluruz, ya hep ya hiç oluruz...”

Roman yaşanan anı edebileştirerek sonsuza ulaştırır. Polisiyede tersine, aynı an, elin bir silahı ateşleme eyleminin bilince dönüştüğü yüz milisaniyelik karar şansıdır, yaşanıp bitiverir. Polisiye bu yüzden rahatlamaya, barışa ve huzura susamış yüreği zihinle takviye ve deva niyetine gevşetmek üzere önce geren, gerçeğin taklidi methodlu ve “hızlı” hikayedir.  

Benim Kalbim Çırılçıplak üçlemesinden oluşan Dedektif Simontaut’nun maceraları ve New York Sanat Polisiyelerim yaşarken gördüğüm, duyduğum, izlediğim New York’un anadilimle ve hasretimle beslenen hayallerimle oluşan kaydıdır. Sonuçta romanlarım gibi polisiyelerim de aşk mektuplarından ibarettir.  Hayatın zenginliğine bir kaçıştır.  Dolayısıyla, her şeyden çok okunduğunda keyif veren, yazarken benim duyduğum heyecanı okuruyla paylaşan, yüreğimizi gündelik sıkıntılardan, alıp veremediğimiz hesaplardan sıyıran bir tatil imkanı diye düşünüyorum.

İnsanın zaman zaman durup bir düşünmeye, nefes almaya, rahatlamaya ihtiyacı var. Bazen, mavi bir ufka bakarken, siyah bir göktaşına dokunduğumuzda, yüksek bir kayanın gölgesinde serinlerken ya da bir yelken direğinin altında sert bir rüzgârı göğüslediğimizde, karanlık bir mağarada damlayan suyun yankısında, yabani bir sesin tınılarında ya da gece karanlığında bazen bir kadınla bir erkek arasında giderilebilir bu ihtiyaç. Vaktiyle, milyonlarca yıl önce, atalarımızın yaşadığı vahşi topraklardaki hayatın yankısıdır bizi çağıran. Bu mercekte medeniyet ile tanışıklığımız henüz çok taze, hala çok genç. Yeni pabuç gibi dar. Yüreğimizi sıkıp sıkıştıran türden. Alıp veremediğimiz pek çok hesap içindeyken, vakti zamandan çalınacak bir nefes, kısa bir tatil bedenimizi kökenine yaklaştırır, özvatanına yatırır. Orada boşaldığının hiç farkına varamadığımız, tarih öncesine ait bir yığın his yeniden dolar, tatmin bulur. Orada, onca sürede birikip de medeni karakterimize vuran deneyimin aksini görme, merhabalaşma imkanına kavuşuruz kısa bir anlığına da olsa. Şansımız varsa bu ziyaretten beş aşağı beş yukarı, yarım yamalak, belli belirsiz bir ifade yakalarız. Esip geçen bir koku, akıp giden bir su, düşüp eriyen bir kar tanesi türünden varlığı ile yokluğu kısacık anlara mahsus bir ifade. Belki kökene ait bir ifade. Beynimizde hani adresini hâlâ bir türlü bilemediğimiz, anahtarları, kilitli kapılarının arkasında asılı duran yığınla köşkten birisine nihayet bir giriş yolu açan ifade.

 

2-Neden polisiye türünde eserler kaleme alıyorsunuz?

Mutlaka Dolunay’ın ifade ettiği şeydir derin sebebi. Her gün işlenmeye devam eden cinayete karşı adaletin bir parçası olabilme, toplu bilincin yarattığı bir güdü, bütünleşme ihtiyacıdır esas sebeb diye düşünüyorum. 

Benim polisiyelerimin “ana rahmi” Dünyanın Kökeni tablosudur. Dansözün Ölümü’ndeki ana karakter Mu, vücuduna dünyanın en erotik tablosu, “Dünyanın Kökeni”nde resmedilen başı ve ayakları görünmeyen kadının pozu verilerek bir müzede öldürülür. Tablo bir haz sonrasını sere serpe uzanmış vücudun göbek altını resmeder. Olağanüstü güzel. Bir müzede o açık saçık haliyle sergiye ilk konulabildiği tarih 1987. Brooklyn müzesinde New York’ta. Ben de orada yaşadığım için sergiyi görme şansına sahip oldum o tarihte. Tabii büyük bir hadise haline geldi. Yapılışından tam yüz yirmi iki yıl sonra nihayet bir müzede sergiye konulabildi. Türkiye’de yayını da gösterimi de yasaktı. Enis Batur’un aynı tabloyu konu alan Yasak Elma adlı kitabında tablonun fotografını yayınlandığı için dava açılmıştı. Yasak hala bugün 2014’de mevcut.  2006’da romanı yayınlamak isteyen Can yayınevinin genel yayın koordinatörü olan Celal Üster bana söz verdiği halde kapağa tablo konulamadı. Yerine,  onun üstünü örtmek amacıyla yapılmış olan, sürrealist ressam Andre Masson’un Dünyanın Kökeniyorumu ile yayınlandı kitap. 

 Tablo 1987’de New York’ta sergiye çıkmadan önce de üzeri hep örtülü asılmıştı duvarlarda. Ya bir başka tablo ile ya da bir yeşil perde ile. Osmanlı diplomatı Halil Şerif Paşa için tabloyu yapan gerçekçi ressam Gustave Courbet ile o sırada çalışan İrlandalı model Joanna Hiffernan olduğu sanılıyor modelin. Ancak sanat dünyasının hala tam cevaplayamadığı bir sır bu. Courbet’nin sırrı. Çünkü Courbet modelinin kimliğini tablonun çerçevesinin dışında bırakarak saklamış, tabloyu öyle soyutlamış, sanat haline getirmiş, örtmüş.  

Kısacası “imdat Polis!” diye bağırmak geldi içimden o zaman tablonun bu hikayesini öğrendiğimde. Herhalde imdadıma Dedektif Simontaut cevap verdi. O dönemde New York polis teşkilatında çalışan bir dedektif arkadaşım vardı. Onun büyük katkısı oldu dedektif Simontaut’ya. Özellikle sorgu formlarının nasıl yazıldığını ondan gördüm. Sorular olmadan, formların başında bazen yer, bazen saat, bazen sorguya çekilenin tanımı bulunan itiraflar. Bürokratik dünyanın her şeyi normale indirgeyen düzeni içinde dosyalar dolduran itiraflar.

İlk macerası Dansözün Ölümü. Bildiğiniz gibi Simontaut, edebiyat düşkünü olduğu için kendine polis kodadını “Poe” olarak seçer. İkinci macerası “Karakter Taciri” edebiyatta dedektifin kökenine ait. Amerikalı şair Edgar Allan Poe’ya dedektifi yaratma ilhamı veren satranç otomatonu “Türk” ile karşılaşır New York’ta bilgisayar ile insanın ilk karşılaşması olan bir satranç turnuvasında. Biliyorsunuz, bir santranç şampiyonu ile bir bilgisiyar ilk kez New York’ta 1996’da  karşı karşıya geldi. Dünya satranç şampiyonu Gary Kasparov, IBM’in ileri hesap yapan süper bilgisiyarı Deep Blue’ya karşı oynadı ve kaybetti. İkinci maçta. Kasparov o maçın sonunda büyük bir kızgınlığa kapıldı ve IBM’i “bilgisayarın içine insan saklayarak hile yapmakla” suçladı. İfadesinde satranç otomatonu, tarihi “Türk”e bir atıf vardı. Ya da Freudcu bir yaklaşımla sözleri kızgınlık sonucu bir “dil sürçmesi”ydi. Karşılaşmayı yapıldığı salonda izledim o tarihte. Çok etkilendim. Karakter Taciri’ni o yüzden yazdım. 

Simontaut’nun üçüncü macerası, “Ölümün Şarkısı Özgürdür”de, Simontaut, sanık sorgusunda sık kullandığı yöntemin, psikanalizin babası Sigmund Freud’un ünlü psikanaliz divanını örten Türk halısı üzerinde ölüme hazırlandı.  Kendi katilinin peşine düşerek sınavların en zorunu verdi. Birinci kitap aşkın yedi tül dansı, ikinci kitap siyah beyaz altmış dört karede bir aşk oyunu, üçüncü kitap ise aşkın sırlarıyla örülmüş bir Türk halısıdır. Kalbim Çırılçıplak üçlemesinin finalidir. 

Dünyanın Kökeni tablosunu yapan Gustave Courbet resimde gerçekçiliğin babası olarak biliniyor. Nitekim Dünyanın Kökeni boyutlarıyla ve ayrıntılarıyla son derece gerçekçi bir tablo. 

Yaşadığım anı gerçekçi bir anlatı, bu anlatının tarihselliği içinde, aynı zamanda son derece güncel, etrafımdaki karakterlerle, ortak sorunlarımız ve onlara verdiğimiz tepkilerle kayda geçirecek, bütün malzemeyi bir romana yoğuracak araç oldu önce beni aynı derecede etkileyen tablo, otomaton Türk, ve psikanaliz divanındaki Türk halısı.

Böylece New York’un edebiyat düşkünü dedektifi Simontaut oldu hikaye.     

3-Karakterlerinizi nasıl yaratıyorsunuz?

Bana öyle geliyor ki, onları yaratan ben değilim, hikayeyi onlar bana anlatıyor.  Edebiyata meraklı bir dedektif. Simontaut, edebi tutkuları nedeniyle kendisini diğer polislerden farklı görür. İnsan karakteri, psikolojisi, biyolojisi ve toplumsal duyguları, yani utancı, arzusu ve tutkularıyla edebiyatın bakış açısından irdeler. Sorguladığı şüphelilerin ifadelerini edebi metinler gibi değerlendirir, Ölümün Şarkısı Özgürdür’de der ki: “New York sokaklarında detektiflik yaparken hayatın en canlı yerinde karşıma kesinlikle çıkacağından emin olduğum muhteşem karakterlerin dolduracağı kitapların peşindeydim bir yandan... Ama talih kuşumu ararken hayatım pahasına yazılası bir katile çattım...”

Ölümün Şarkısı Özgürdür bir detektifin kendi katilini yakalaması olduğu kadar bir yazarın kahramanını öldürmesi üzerine bir macera. Şiddetle yazım gerçeği içinde yazar üzerinden hesaplaşıyor.  

Nitekim yazar, daha kitabın başından kahramanının ölüm ilanını hazırlayarak çok kararlı başlıyor işe. Kahramanına hiç şans tanımayan bir kararlılık içinde. “Nasıl olsa ben yarattım” gibi bir özgüvenle. Ama kahramanı da öyle boynu kıldan ince bir kul değil. Top yekün bir saldırı altında olduğunu anlayınca o da topyekün savunmaya geçiyor. 

Kahramanlarını başarıyla öldüren yazarlar var. Yarattıkları karakterleri, kimi zafiyet içinde sinsi, hatta cani sebeblerle, bazen sırf kıskançlık ve çekememezlik nedeniyle, bazen bıkkınlığa düşüp yaka silkerek, bazen tamamen ticari kaygılarla ya da hakikaten elinden bir kaza çıktığı için öldüren yazarlar var. Bir de bu yola düşünce okurun hezimetine uğrayarak adalete borcunu ödeyen yazarlar da var.  Fakat dikkat edilirse, kendi yazarlarını öldüren kahramanlar çok daha sık rastlanan bir durum olarak çıkıyor karşımıza.  Mesela Mark Twain. Karakterlerinin mezar taşını hazırlayıp üstüne yazısını bile hazırladı:”  Bu mezarda yatanlar, kayda değer oldukları halde hiç yaşamamış bu nedenle de asla ölemeyecek iki adamdır.  Bize bu kadar yakın oldukları kadar şu önlerinde çatlayıp patlayıp duran dünyadan bir o kadar uzak duran,  her şeyin sonu geldiğinde de tamamen ebedileşecek olan onlardır” diye yazdı. Ama ne çare? Twain çoktan ölüp gitti ve tahmin ettiği gibi mezar taşını yazdığı karakterleri yaşamaya devam ediyor.

Şimdi şikayet etmek gibi olmasın ama arasıra hayatta kalmayı beceren yazarlar çıksa da karakterlerinin  esiri durumuna düşen yazarlar daha çok. Karakter yazarını yavaş yavaş, dört bir yanından işgal ederek, sonunda tümüyle pençesine alıp, ondan bağımsız her türlü faaliyetten mahrum ederek hayattan el ayak çekmeye yönlendirebilir. 

Yazarını, düşünceyi her rengi ve ayrıntısıyla en temiz haliyle ifade etme tutkusuna boğup, reddi imkansız, tadına keyfine doyum olmaz bir şölene davet ederek acıklı bir komediye dönüştürebilir. Ve yazarıyla, her aşk gibi, hep gece yaşanan bir ilişkiye girip, onu ölümcül, biteviye bir uykusuzluğa sürükleyebilir. 

Karakter, kelimelerden ve harflerden örüldüğü halde yazarını hayatta asla cevaplanamayacak soruların yanıtlarını cevaplamaya terkedip anasından doğduğuna bin pişman hale getirebilir. Cazibesini öyle kullanabilir ki, yazarın aklını başından alıp, keyifle dolandırdıkça nihayet yazmayı unutturup, durmadan yeni karakterlerin peşinden koşturtabilir. Yazarının kalbinde tanrı ile şeytanı savaştırıp sonunda onu tümüyle teslim alabilir. Ölümün Şarkısı Özgürdür’ün son süprizi bu ölüm kalım mücadelesi.  Simontaut üçlemesinde final.

Dansözün Ölümü’nde yedi erkek, hepsi kendi bakış açısından onun üstünü nasıl örttüğünü, aşkı anlatıyor. Ve farkına varmadan birbirlerinin ve Mu’nun kim olduğu konusunda ipuçları veriyorlar. Her ifade Mu’nun üzerinden kalkan tüller gibi onu biraz daha aydınlatıyor ve sonunda onu öğrendiğimizde onu kimin, niçin ve nasıl öldürdüğünü de tam anlıyoruz. Karakterlerde onun kim olduğunu anlatan karakterler. Tabloda da Courbet bize kadını anlatıyor ama aynı zamanda kendini anlatmış oluyor. O kadın Courbet’ye ya da Courbet’yi yorumlayanlara göre ressamın kendisi. Flaubert nasıl Madam Bovary için o dönemde “Madam Bovary benim” dediyse, “Dünyanın Kökeni” Courbet’nin kendi portresi diye benimsediği bir çalışma. Oradan yola çıkarak edebiyatın kadını, aşkı tanımlayışı, kadın objesi üzerinden aşkı anlatışı ilgimi çekti. O tablo. Erkeğin kendisini kadın, kadının ise erkek üzerinden görüşü ve tanımlayışının bir simgesi. Dolayısıyla yedi erkek Mu’yu her anlattığında esas olarak kendilerini anlatıyorlar.Tablo ki, o Mu’dur. Güzelin, aşkın, tutkunun, çelişkinin kendisi, arzu odağı. Sorun ondan doğuyor, onun etrafında dönüyor ve onunla çözümleniyor. Üstü örtülüyor.  Oradan tablodaki kadın kim sorusu çıkar? Çerçeve dışındaki kadın kim çizgisi içinde sorunun cevabı da cinayetin çözümüdür.  Bir dedektif romanı olarak bakıldığında “kim yaptı” türüdür. Ama “aşk yokluğun hikayesidir” diye iddia eder Hircan romanda. Courbet gerçek hayatta modelinin başını dışarıda bırakarak onu yok etmiştir. Modeline duyduğu aşkı mektuplarında dile getirmiştir. Sonra tablonun üstü her örtülüşünde bir başka aşk hikayesi ile örtülür. En sonunda sürrealist ressam Andre Masson’un tablosu ile örtülür Dünyanın Kökeni. Burada da bir aşk hikayesi var. Gözün Hikayesi’ni yazan George Bataille’ın eşi Sylvia psikanalist Jacque Lacan’a aşık olur. Avrupa’da hırsız Naziler nedeniyle sahiplerin karıştığı bir ortamda tabloyu eline nasıl geçirdiği belli olmayan şayibeli bir sanat tüccarından Dünyanın Kökeni’ni sevgilisi Lacan’a doğum günü hediyesi olarak satın alır. Paris banliyösü Goncourt’taki evlerinin duvarına asabilmek için kızkardeşinin sürrealist ressam eşi Andre Masson’dan tablonun bir sürrealist kopyasını yapmasını ister. Masson’un tablosuyla Courbet’nin tablosunu örter. Böylece realizm yani gerçekçilik, sürrealizm ile yani gerçeküstücülük ile örtülmüş olur. Bu da bir tarihçe.  Çerçevedeki gizli bölme çıkarıldığında altından Dünyanın Kökeni ortaya çıkar. Bu teknik 16. Yy’da İtalya’da kullanılan, yatak odalarında aynaların ve müstehcen tabloların üstünü örtmeye yarayan bir usül. Hani işlemeli ayna misali, aynaya bakmak ayıp olduğundan tersi çevrilir, işlemeler, el işi, sanat akisten daha güzeldir çünkü. Mu bu bakıma aşkın, güzelin kendisi. Aşk gibi karmaşık, yoğun, tuhaf. Bütün karakterler bu bir türlü çözülemeyen meseleyi yansıtıyorlar kendi üzerlerinden. Birbirlerini aynalayarak. 

Mu’yu büyüten çok kuvvetli bir kadın var. Alla. Ama bir türlü onun anneliğini kabullenmiyor. Bu yüzden kimsesi olmayan bir tip olarak beliriyor önce Mu. Belki onun geçirdiği bir hüzün var. Bir çok tezat şeyi barındıyor karakterinde. Tablonun yapıldığı tarihte güzel kadın, aynada kendini beğenen kadın olarak kızıl saçlı bir kadın var. Yaratılış hikayelerini yorumlayan sanatçıların hepsinde böyle bir kızıl saçlı kadına rastlıyoruz. Mu da onlara benzeyen yanlar var. 

Tablo müstehcen bir tablo. Cesur, net ve tartışmasız. İşte romanın ana karakteri Mu.  Bir düzeyde müstehcenle meselesi olan bir metin. Müstehcenin peşine düşen bir dedektif romanı. Güzel üzerine, aşk üzerine, onların anlatısı üzerine. Her şeyden çok bir yasak üzerine. Yasağın suç olması üzerine.

Arasıra komik bir tablo çıkar. Salman mesela, tam bir kazanova ve aşkın biyolojik tanımını yapmaya kadar vardırıyor işi: “ En azından onbir değişik beyin bölgesinde, otuzdan fazla mekanizmanın ve resmen yüzlerce genin hesabı” diye. Tabii Mu’nun sadece bir hayal ürünü olması ihtimali de var. Courbet’nin modeli gerçeklik adına bir hayal ürünü de olabilir çünkü. Kimi tam bir kazanova gibi anlatıyor onu, kimi tamamen maddi açıdan, ve doktor Leroy da rontgen aletiyle anlatıyor aşkı.

Bir de New York dedektiflerinin ifade metinlerinde kendi sorularını koymamaları Simontaut’nun diline uygun düştü. Onun üstünü örttü bir anlamda. Onu metin dışı bıraktı. Okuru dedektif koltuğuna oturttu. Şüphelileri de analiz koltuğuna yatırdı. 

Esas, Kalbim Çırılçıplak ‘ın ikinci serüveni, Karakter Taciri bütünüyle bir kitap olarak karakter üzerinedir. Adı üstünde, Karakter TaciriKarakter Taciri’nin hikayesi, temel bir polisiye karakterinin, yani dedektifin biçimlenmesine ilham veren 18. yy yapımı sözde satranç otomatı olan “Türk”tür. Simontaut Türk’ün sırrını çözerek katili yakalar. 

Türk, 1769’da Viyana’da Baron Wolfgang Von Kempelen adındaki bir dilbilincinin ürünü. Kempelen, konuşan bir otomat yapabilmek için gereken mali kaynağı, insan gibi düşünebildiği izlenimi veren bir illuzyon kutusu ile sağlayabileceğini farkedince satranç otomatı gibi görünen Türk’ü yaptı. Türbanlı, kaftanlı bir kukla ve üzerinde satranç tahtası bulunan bir sandık “Türk.” Üstelik, bir makinadan çok insana ait jestleriyle herkesi makina olduğuna inandırma gücüne sahip. Amerika’ya geldikten sonra, Türk sadece bir polisiye karakterinin değil, sonunda insanı strançta yenen bir satranç makinasının da ilham perisi oldu. Kempelen’in bu başarısında satrancı hayatı anlatan en güzel hikaye olarak gören anlayış var şüphesiz. Satranç da yazı gibi, mitolojiden başlayarak her türlü hikaye öğesini içeren bir özgürlük rüyasıdır. Aynı özgürlük, Türk, polisiyenin ilk dedektifine, aynı zamanda insanı yenen ilk satranç makinası illuzyonuyla ilham vermiştir. 

Baron Kempelen onu İmparatoriçe Maria Theresa’yı eğlendirmek, ayrıca o sırada Avrupada gelişen teknoloji yarışında Avusturya’nın adını duyurmak amacıyla Türk’ü üç yıl Avrupa’da gezdirip, sırrını kimseye açıklamadan kuklayı parçalarına ayırıp bir depoya kaldırdı. Bu sırada besteci Ludwig Von Beethoven’la “Panharmonikum” adında otomaton bir orkestra inşa etmek üzere ortaklığa giren Johann Nepomuk Maelzel devreye girdi.  1783’de Türk’ü Kempelen’in kaldırdığı depodan çıkardı. İmparator Napolyon’u yendikten sonra Türk’e Avrupa’yı dolaştırdı, 1825’de Amerika’ya getirdi.  Türk, içinde saat çarkları bulunan bir sandık ve Türk imajına uygun şekilde giydirilerek süslenen insan boyutlarında tahta bir kukla. Gösteri başlamadan önce sandık üzerindeki üç ayrı kapı ve bir çekmece açılıyor, içinde çarklar dışında hiç bir şey olmadığı seyircilere gösteriliyordu.  1836 yılında, Southern Literary Messenger adlı dergide, Türk’ün nasıl çalıştığını hatalı olmakla birlikte temel ayrıntıları ile açıklayan imzasız bir makale yayınlandı. Makalenin yazarı, Maelzel’in yardımcısı Will Schlumberger’in oyun sırasında ortadan kaybolduğunu gözlemleyerek, Türk’ün göz yanıltan bir sihirbaz kutusu olduğunu anlamıştı. İçine saklanan bir insanla işlediğini herkese açıkladı. İşte o makalenin yazarı dedektif romanının yaratacısı Edgar Allan Poe’dur. Messenger dergisi genel yayın yönetmeni olarak Poe, o dönemde kendini şifre, bulmaca çözmeye vakfetmiş, gazetelerin açtığı yarışmalara katılıyor.  Bu oyunlarıyla şifre çözme bilimine zemin hazırlıyor. Tam o sırada yazdığı “Altın Böcek” serüveninde bir kurukafa ve şifre sayesinde hazine buluyor.  Bu serüven dedektifinin henüz gelişmemiş halidir.  Ama 1872’de Babil ve Nuhun Gemisi hikayesini anlatan ilk Nineveh tabletini okuyan İngiliz arkeolog George Smith’e hiyeroglif çözümünde yol göstermiştir. Türk ise Philadephia’da yapılan bir açıkartırmada John Ohl adlı bir şahıs tarafından satın alındı ve sonunda Çin müzesinde sergilendiği sırada, 1854’de çıkan bir yangında yok oldu. 

Tam bu dönemde Poe’nun Dupin ismini detektifine nasıl verdiğine dair pek çok öneri mevcut. Bunlar arasında bir tanesi özellikle ilgimi çekti.  George Sand’le ilgili. Edgar Allan Poe, Graham adlı edebiyat dergisinin 41. Sayısında “Dikkate Değer Canlıların Skeçleri” üzerinde değerlendirmeler yazar. Bunların arasında erkek kılığında ve puro içen George Sand vardır. George Sand’in gerçek adı ise Amantine-Lucile-Aurore Dupin. Bir de genç yaşında kaybettiği bir erkek kardeşi var,  Auguste Dupin adında. Skeçler arasında ismi geçen başka Fransız edebiyatçıları da mevcut. Victor Hugo gibi. Poe bu isimleri aynı dönemde yazdığı Detektif Dupin üçlemesinin ilki olan Rue Morgue Sokağı Cinayeti’nin karakterlerine yakıştırmış. O nedenle Poe’nun Dupin üçlemesini modern Fransız edebiyatının temsili olarak değerlendirenler var. 

Simontaut’nun uğuru Kuzgun ise, Edgar Allan Poe’nun hayatına  Charles Dickens’dan düşen bir yaratık. Poe, Dickens’a hayrandır. Dickens’ın yazdığı romanlar Amerikan yayın organlarında tefrika edildikçe, Poe hikayelerin sonunu tahmin eden yazılar yazıp yayınlar. Barnaby Rudge yayınlanırken onun da sonunu bilince Dickens’ın gözüne girer. Bu arada Dickens’ın bir kuzgunu var. Adı Grip. Kahramanı Barnaby Rudge’ın da bir kuzgunu var onun da adı Grip. Poe, ünlü kuzgun şiirini Barnaby Rudge’ın sonunu tahmin edip Dickens ile Philadelphia’da buluştuktan sonra yazıyor.  Yani Kuzgun,  Dickens’ın Poe üzerindeki etkisini simgeleyen bir şiir aynı zamanda.

Ölümün Şarkısı Özgürdür’deki Türk halısının hikayesine gelince: Osmanlı yönetimi altındayken Selanik’te halı tüccarı eniştesi Moritz Freud tarafından Sigmund Freud’a hediye edilen halının benzeridir. Halının aslı Kaşgay Türklerinin dokuması. İzmir limanından satın alınmış.  Doğu’ya ait dokumasıyla 1001 gece masallarını çağrıştırdığından, üzerine uzanan hastaların rüyalarını ve akıllarından geçeni rahatça, elemeden anlatmaları cesaretini artıran bir zemin. Detektif romanlarına düşkün olan Freud’un dost sohbetlerinde, psikanalizin suçlu zihninin tanınmasında detektiflere yardımcı bir yöntem olacağını öne sürdüğü anlatılır. Tedavi odasında divanın üzerine serdiği Türk halısının yanısıra, psikanalize yardımcı olması bakımından bir de divanın yanına duvara, İngres’in Sfenksi Sorgulayan Oedipus tablosunun baskısını asmıştır. Sophocles’in oyunu, babasını öldürüp annesiyle evlenen kral Oedipus Rex. Bu yüzden babası New York Polis Teşkilatının ilk psikolog dedektifi olan Dedektif Simontaut da Freud’un tavsiyesine uyar ve suçluları akıllarına geleni söylemeye teşvik eder. Freud’un yöntemiyle sorgular. Psikanaliz, New York’ta 19. Yy’dan itibaren giderek artan şekilde, 20. Yy’ın sonunda ise bir yaşam tarzına dönüşerek, toplum, devlet ve bireyler arası ilişkilerin düzenlenmesinde önemli bir kılavuz haline gelmiştir. 

Dolayısıyla, Casus Türk, Haremdeki Türk, Masaldaki Türk, Mekanik Türk  trajik, renkli, komik, kırılgan karakteriyle Kalbim Çırılçıplak üçlemesinin malzemesidir.

4- Eserlerinizde suç nasıl bir yere sahip?

Öncelikle aile içi bir yere sahip. Sophocles’in en önemli trajedisi, bilmeden babasını öldürüp annesiyle evlenen ve bu gerçeği öğrendiğinde kendi gözlerini oyan Oedipus Rex’i, her bireyin kimliğine kazılı bir dehşet, edebiyatın en büyük “kim yaptı” polisiyesidir.  

Ölümün Şarkısı Özgürdür’den bir alıntı ile cevap vereyim: “Sokağın başı boştur diye düşünen yanılır..Aile ve baba sokakta bambaşka kuvvetlidir. “Fail” yani suçu işleyen kişiyi tanımlayan kelimenin kökeninde “baba”vardır. Faal olan, aktif olan, kısacası, eylemi yapan, yani çocuğu peydahlayan, çekici örse vuran, orağıyla buğdayı biçen... eylemi gerçekleştiren “baba”. Yasaya ilk yansıdığında kelime kökeninde hem iyiyi hem de kötüyü “yapan” anlamına kullanılan faal, yasal sisteme sadece kötü yapan ya da kötülük yapan- suç işleyen şahıs olarak geçen “fail”dir. O yüzden sokakta “babalar” ya da “aileler” boldur, mafya türünden, siyasi şiddet yanlısı gruplar türünden değil sadece en temel ilişki de bile.” 

Dansözün Ölümü’ nde utancın temsilcisi Evan, özellikle tutkularının farkında olmadığı bir sırada İnternet’in Tanrısız Cennet olduğuna inanıyor. Sonunda onun için de zindana döşünen bir mekân haline geliyor internet. Evan’ın hikayesini başlı başına yazının kendi içindeki heyecan tutkusu olarak da okuyabilirsiniz. 

Ayrıca, Courbet’nin arzunun haritasını çizdiği tuvalde modelinin yüzünü çerçeve dışında bırakmasına bir utanç ifadesi olarak da bakabiliriz.  Bir şaka getiriyor bu soru aklıma: İki üniversite profesörü sabahın erken saatlerini fırsat bilip yüzmeye gitmişler. Etrafı iyice kolaçan edip kimse olmadığına kanaat getirince anadan doğma soyunup suya atmışlar kendilerini, özgür güzel bir banyo almış ikisi de. Tam çıktıkları an daha havlularına ulaşamadan bir grup öğrenci gelmiş aynı yere. O zaman biri aceleyle havluyu beline dolarken öteki yüzüne sarmış. Havluyu beline saran hayretle arkadaşına sormuş: “Aman profesör ne yaptın? Havlunu niye başına sardın?” Öteki havlunun altından cevaplamış:”öğrencilerim beni yüzümden tanır, o yüzden yüzümü örttüm.”

Komik ya da trajik, burada sonunda suç kapatma, örtme eyleminin kendisidir.

5- Polisiye ile dil arasında nasıl bir ilişki var sizce?

Karakter Taciri’nden : “Mesleği karakter ticareti, kuru dil, ölçüsü kelime. Tartısı hassas, malı kırılgan, işi hikaye pazarında ticaret. Yüzüme bakma öyle bön bön. Senin de doğuştan içindeki radar serseri, neden tökezliyorsun, oyun ayın oyun. Hesaplayarak değil, Capablanca gibi bilerek oynayacaksın. Sokak altında yatmadın mı sen hiç? Sert gece rüzgârı kamçılarken asfaltı fısıltı korosunu duymadın mı? O dili konuşmadan aradığın adamı bulmana imkan yok. Aç kulağını. Yeni bir mal var piyasada. Fiyatı sana bağlı...

Ölçüsü kelime dedin. Nedir öyleyse? Kimi sevecen, kimi nefret dolu, kimi abartılı, kimi süslü püslü, kimi cayır cayır, orospusu da var, müptelası da var, arada kurtlu, çürük dişlisi de var, bilirsin, kelimeler. Bazısı ne kadar açık saçıktır ama sımsıkı örter üstünü, kimisi kapanır sımsıkı örtünür saklanır ama apaçık ortadadır. Öksüz kelimeler hele, dedektif, hani ne oldukları konusunda hiç bir ipucu bulunamayan kelimeler, nasıl hecelenecekleri yolunda bir kuraldan yoksun, ait oldukları yeri büyük bir hışımla arayıp duran kelimeler. Yavaş yavaş döndü kelimeleri, düzgün bir hareketle, iyi yağlanmış bir makina çarkının çeperinde.”

Ölümün Şarkısı Özgürdür’den: “Sokağın kelimelerini kullanmadan olmaz: Terletir, sümüklük eder, domuzluğa kalkar, sertleştirir, babam, ya da tümüyle susturur, bu hırsız kepçeleri, bu gölgeler, bu tuzakçılar, yakacılar, çimdikçiler, pespayelik, düşmüşlükten beter dipsizler. 

Al dövüş sözcükleri beğen: Keskin, kanlı öfke dolu, ölüm dolu. Delilik sözcükleri bunlar. Barış sözcükleri de var sokağın, Şifre gibi sözcükler, birdenbire ortalığı süt liman sakinleştiren sözcükler, bu sözcüklerin ton var söylediğinde sanki kalın, kanlı, yağlı, iltihap dolu bir şeyi anında kesip temizleyiveren, dört nala giden yürekleri serin yağmur altında dindiren sözcükler... “

Mu’nun dili dansıdır. Yani o kendisini kitapta esas dansıyla anlatır. Göbek atar. Courbet’nin tablosunu ilk olarak kamu önüne çıkaran Brooklyn müzesiyle ilgili araştırırken karşıma hoş bir sürpriz çıktı. Dansöz esprisi de böyle doğdu. Amerika’da ilk kez 1893 Chicago Fuarı’nda biri Türk iki dansöz tarafından gösterildiğinde olay haline gelmiş göbek atmak. O dansözlerin üzerinde şalvarlar var, göbekleri açık. Boyunlarında bir yığın kolye, boncuk asılı. Bu tarihlerde Edison, New York’ta sonradan sinemaya dönüşecek olan kineteskobu geliştirmekte. Edison’un kineteskobuyla filme alınan ilk üç filmden biri Chicago’da olay yaratan göbek dansı. Edison kinetoskobunu ise ilk kez, yine Dünyanın Kökeni’ ni sergileyen o Brooklyn müzesi ya da o dönemde Brooklyn Enstütüsü olarak bilinen kuruluş gösteriyor New York’un önde gelenlerine. Kinetoskopla kayda alınan göbek dansını ise Edison’un eşinin kurduğu kadınlar derneği sadece iyi eğitimli hanımlardan oluşan kalburüstü bir seyirci önünde göstemeye kalkışınca gösteriyi polis basıyor. Film ondan sonra sansürleniyor. Şimdi bu sansürlü halini –Fatima’nın gögüs ve kalçalarını kapatan bir siyah şeritle- Modern sanat müzesinde izlemek mümkün. 

Bu dönem romanın en demokratik hali diyeceğim, polisiyenin ortaya çıktığı dönem. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı. Yani tablonun da yapıldığı dönem. Yirmici yüzyıl edebiyatına ve sanatına damgasını vuran köken arayışının doğduğu dönem. Gerçekçiğilin doğduğu dönem. İşte bu dönemde transandantal romantik gerçekçiliğe karşı Poe, kara romantizmiyle gerçekçi dedektifi Dupin’i çıkarıyor, onu takiben Wilkie Collins, Scotland Yard dedektifi Jonathan Wicker’dan etkilenip güllere düşkün komiser muavini Cuff’ı yazıyor, Anna Katherina Green, müfettiş Ebenezer Grylc adlı karakteriyle polisiyenin “anası” ünvanını kazanıyor.  

 

6- Polisiye ile şehir arasında bir ilişki var mı? Eğer varsa bu ilişki nasıl bir ilişki?

Kalbim Çırılçıplak üçlemesinde New York metnin belkemiğidir.  Dansözün Ölümü ‘ünde hikayeyi, işte mesela dünyanın başka hiç bir yerinde üstü bir türlü açılamayan bir tablonun, üstelik bir kadın sanat tarihçisi tarafından üstünün ilk kez rahatça açılabildiği, rahatça izlenebildiği tek cesur şehirdir New York. 

Karakter Taciri’nde ise New York,  bir zamanlar Edgar Allan Poe’nun da yaşadığı o şehir, sise bürünmüş bir halde çıkar karşımıza bir ongünlük macera için.

Ölümün Şarkısı Özgürdür de şehir rengarenk cıvıl cıvıl kuşların işgali altında kaderi bir kuzgunun elinde:”Pazar sabahları, şafak yanıp tutuşarak güne dönüştüğünde, yüzlerce martı toplanmamış  çöplerin üstüne üşüşür. Nehir üzerinde takalar, tren yolunda birkaç vagon,sokaklar henüz boş. Hudson iskeleleri nehrin çalkantısıyla hafif hafif iner çıkar. Cehennem Mutfağı’nın asansörsüz konutları, su depoları, iplerinde çamaşırların dizildiği yangın merdivenleri manzarayı tamamlar... yazları Bronx’ta, bakkallarda, Çingene taksilerinde San Juan’dan gelen yeni şarkılar kadar Santo Domingo’dan eski şarkılar çalar. “Buzlu Adam” üzerinde mavi boya ile “Helado” yazan beyaz tahta el arabası, bir sokaktan ötekine dönüp dolanarak rengarenk mango, hindistancevizi, vişne şuruplarının içinde buzunu satar. Kadınları, hele hele kadınları... Dostum, kiminin biraz daha az giyinmesini, kiminin ise biraz daha örtünmesini temenni ederek bakarsın, öyle değil mi? “

New York’ta, içine saklandığım yurdum diyorum bunlara, özlem ve anadilimden oluşan zihinsel ve yüreğe ait bir yurt. Kısacası New York’ta yaşadığım yılların bir dökümünden ibaret bu metinler. Sanat polisiyeleri tarzında aşk soruşturmalarının özü New Yorktur.

7- Türkiye’de polisiyenin köklü bir geçmişi var mı?

Türkiye’de polisiye romanın hiç yabana atılmayacak bir geçmişi var. Türkiye’de Polisiye Romanın 125 Yıllık Öyküsü, adlı iki cilt, her cildi 600 sayfaya yakın tutan antolojinin yazarı Erol Üyepazarcı, önsözünde kendine ait polisiye kütüphanesinde 3006 kitap bulunduğunu kaydediyor. Ayrıca genel kütüphanesindeki her on kitabından birinin polisiye olduğunu da yazıyor. Bu çalışma Türkiye’de polisiyenin köklü bir geçmişi olduğunun en önemli kanıtıdır.

8 - Polisiyeyi diğer roman türlerinden ayıran özellikler sizce nelerdir?

İngiliz asıllı film yönetmeni, gerginlik ustası Alfred Hitchcock “Büyük Dedektifler” isimli derlemenin önsözünde: “Dedektif romanı, suça ait bütün diğer romanlardan normal olanın üzerine giden tek tür olarak farklılık gösterir. Anormal hadise –hırsızlık, kundaklama, cinayet- maddi, doğal, mantıksal terimlerle açıklanır. Suç kıpırtsız, hareketsiz duran bir havuza atılan taşdır. Renksiz bir örgüye uygunsuz renk bir ipliğin işlenmesidir. Normal olanı vurgulayarak gerçeklik yanılgısını kuvvetlendirir. Olağan dışı davranışa acı sürerek gösterişsizce eşlik eder. Tımarhanede cinayet tuhaf karşılanmaz elbet,  hiç bir zaman bir manavda işlenen cinayet kadar heyecan verici merak uyandırıcı olamaz. Frankenstein’ın yaratığı yaratıktan herkes vahşet bekler. Bunda merak edilecek birşey yoktur. Ama aynı vahşetin kanaryalara düşkün saygın ve önemsiz bir ev sahibinden gelmesi sinirleri hiç farkettirmeden iyice gerer” diye yazar.

Hitchcock’un sözünü ettiği “gerçekçilik yanılgısı”nın babası Edgar Allan Poe, dedektifiyle ilgili olarak bir dostuna yazdığı mektupta: “- amaç bu etkiyi yapmaktır. Mantıklı düşünme sürecinin kendisini anlatan hikayelerin sevilme nedeni yeni bir notaya basıyor olmaları. Niyetim zeki olmadıklarını söylemek değil – gerçi okuyucular onları olduklarından çok daha zeki buluyor olabilir – yöntemleri ya da yöntemli oldukları havası. Morgue Sokağı Cinayeti örneğin, (yazarın) çözmeyi amaçlayarak ördüğü bir kurguyu hızla açığa vurmasında zekice olan şey nerededir?” 

Poe burada polisiyeyi romandan ayıran şeyin bu hızlı gerip gevşetme yöntemi ya da taklidi olduğunu anlatıyor. 

Ortak olan tek şey ise bütün duyguları kucaklayabilen oyuncaklı metinler. Hikaye ile doğrudan ilgisi olmayan bir şeye metinde yer vermek taraftarı değilim.  Duyguyu yazıdan temiz, eksiksiz ve doğru aktarabilen her şey mübahtır. Çünkü metin yaşanır  bir ilişki. Onun hayatı yaşanmış olması değil, okunduğu anda yaşanabilmesinden ibaret. Bazen sabır, bazen fantazi gerektiren o yüzden de çoğu kez doğal olarak melez bir durum bu. Hikaye hayatı en ince ayrıntısı ile taklit etme tutkusuyla direnir: hayatın kendisine benzemekte ısrar eder. Titizlikle, zaman, hafızanın acımasızlığı, yaşam dertleri karşısında çoğu kez komik duruma düşen elzem cesaretin simgesi olur. 

9- Polisiye ve eleştirisi konusunda neler söylersiniz?

Polisiye ya da değil, genelde şöyle ifade edeyim eleştiriyi: benim için okumak bir kuvvetlenme, ruh tazeleme faaliyeti. Metinle okuru arasındaki son derece senli benli bir ilişki vardır,  bence bütün okuma faaliyeti o an o mahrem ortamda yaşanan insanın başından geçen bir şeydir. İki bedenin birbirini tanıması, birbirine açılması gibi. Duygusal bir ilişki kurulur okuduğu metinle okur arasında. Bir duygu oluşur. Mübarek bir duygu. Hikayeye kendinizi kaptırdığınızda kendi vücudunuzdan çıkıp okuduğunuz karakterlerin dünyasında bir yere yerleşirsiniz. Rüya gibi.  Her şey sanki bir mantık takip eder, neyin ne olduğu, hayatın ve insanın bütün karmaşıklığına, bilinemezliği anlaşılır, kristalleşir, netleşir. Hayat daha önce hiç görünmediği bir biçimde karşınıza çıkar. Ve bir daha onu öyle görebilme imkanı yoktur. Yazı o anı kayda geçirir. Bu da kendi içinde bir eleştiridir.

10- Polisiye ve toplum-siyaset-gündem arasında bir ilişki var mıdır? Nasıl?

Kalbim Çırılçıplak üçlemesinden yine, Dansözün Ölümü ile başlayayım:Tablonun yapıldığı yıllar, Darwin’in Türlerin Kökeni’ni yayınlamasının ardından sanat ve kültürde yaşanan etkileşim, gerçekçiliğin doğuşu, Paris Komünü arifesi. Courbet neden tabloya Dünyanın Kökeni adını vermiş olabilir, hayatın başladığı yer diye düşündüm. Yaratıcılığın müstehcenliğini ifade etmiş gerçekçi bir bakış açısından, arzunun haritasını çizerek tuvalinde.  Courbet’ye o tabloyu, o dönemde Avrupa’da haremleriyle tanınan bir imparatorluğun diplomatı olan Halil Bey’in ısmarladığını düşünürseniz, tablonun fırça darbelerinde, bedenin renklerinde, duruşunda, göbeği merkeze alan ölçülerinde oryantalizmi bulmak mümkün. Courbet ona tablo ısmarlayan patronları eserlerinde açık açık alay eden bir ressam. Geleneğe başkaldıran bir ressam. Courbet’nin tabloya Dünyanın Kökeni adını vermesinde Darwin’e gönderim yaptığı açık. Bu ismi haremleriyle ünlü bir devletin Osmanlı’nın diplomatına yaptığı esere yakıştırmış üstelik. Fransız devriminin Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik kavramlarıyla yeşeren komünün bohem ortamında çıplak modellerle çalışıyor. Oda arkadaşı Fransız şair Baudelaire, Edgar Allan Poe’nun eserlerini Fransızcaya çevirdiği dönem. Fransız basınında Poe’nun polisiyelerinin tefrika edildiği bir dönem. 

Yaratılış hikayeleri inandırıcılığını yitirmiş, beden, biyoloji, haz, suç ve ceza konusunda bir güven krizi doğmuştur. Bozulan dengeyi hayali olarak kuracak yeni karakterlere ihtiyaç vardır. Poe bunu öngörmüş gibi yarım asır önce Dupin üçlemesini Fransız edebiyatından isimlerle doldurmuştur. Arthur Conan Doyle, müzik düşkünü, bir mantık makinası Holmes’u, Asistanı Doktor Watson’ın gözünden anlatır. Hikaye içinde hikaye okuruz metinlerinden, Homer’e Ahid’e kadar gider hikayeleri. 

Aynı çalkantı günümüzde de devam ediyor. Biyoloji, teknoloji ve iletişim alanındaki gelişmeleri dikkate aldığımızda benzeri bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Toplumsal duyarlılıkların, sosyal hislerin çok yönlü bir haberleşme ağı içinde yeniden biçimlendiği  bir dönemden geçiyoruz. Polisiye böyle çalkantalı dönemlerin anlatısı.  20 yy’ın ilk yarısı için iyi şeyler müjdelememiştir, hatta felaket tellallığı yaptığını bile söyleyebiliriz. 

Toplum-siyaset-gündem sorunuza polisiyece bir cevap olacak ama, geçenlerde kanlı canlı polisiye cenneti Sicilya’daydım. Akdeniz’in göbeğinde altın bir yüsük kadar alımlı parlayan güzel ada. Ama suç rehberi hala telefon rehberinden kalın, basit ancak karanlık insan tiplerinin haraketlerinde, törensel ifadelerinde, ikinci bir doğa gibi düğümlenip mantığı dışlamakta ısrarlı. Suç birimi “aile”, suç lideri “baba.” Bütün sosyal illetin bir mikrodünyası, İtalya ve gerisinin temsili olmakta ısrar ediyor.  

1961’de Mafya’nın komünist bir sendikacıyı öldürülmesinin akabinde, Leonardo Sciascia, Baykuş’un Günü’nü yazarak “omerta”ya bir polisiye ile başkaldırır. O gün bugündür Sicilyalı yazar, bura sülfürünün damarlarından ebedi bir polisiye madenini işler durur. Şüphesiz Sciascia üzerinde, Luigi Pirandello’nun “Bir Yazar Arayan Altı Karakter”inin, 1934’de ona Nobel’i getiren eserlerindeki “muhteşem cesaret”in etkisi büyük. Sciascia’yı takip eden Andreas Camillieri’nin polisiyeleri ise Sicilyaca’ya daha da sadık: “her şey dolambaçlı, karmaşık, çözümü imkansiz.”  

Giuseppe Tomasi’nin Leopard’da evrenselleştirdiği ifadesiyle, geçmişin abidelerinde,  şimdiki zamana ait olmadığı halde hayatın içinde sessiz bir hayalet gibi dinelir buraya hakim olmuş bütün yönetenler. Vaktiyle onlara ses çıkarmayıp baş eğdikleri gibi bir süre sonra onlardan nefret eder duruma düşenler ise yanlış anlaşılmış halde ifadelerini sadece sanat eserlerine yazarak, ya da vergilere kaydederek varolmaya devam ederler: “Bütün bunlar artık yanılgıya yer bırakmayacak derecede bir kaç kuşağın meselesi olmayı aşmış gelenek haline gelmiş buraya ait korkunç bir karakteri de içeren ada-akıldır. Tabii bunların hiç biri sürmemelidir ama sürecektir. Bir yüzyıl, iki yüzyıl... ve sonra değişecektir ama daha da kötüleyecektir. Biz kaplanlar, arslanlar, bizim yerimizi alan küçük çakallar, sırtlanlar, ve bizim gibi bir yığın kaplanlar, çakallar ve kuzular olacaktır, biz hala kendimizi dünyanın tuzu sanıp gideceğiz.”

Sciascia da sonunda aynı yerde noktalar; “hiçbir şeyin değişmeyeceği” kötümserliğiyle kapatır yazımını:“benim için bir kapanış, son bitiş anlamına gelen bu kitabı halen yazmaya devam etsemde hayatın deneyimlerine kapımı kapıyorum, hayat hakkında değerlendirme yapmaya son veriyorum, Italyanlar hakkında, hayatta olmak ya da ölüm hakkında. Çaresizliğim beni huzursuz etmiyor şimdi, tamamıyla barış içindeyim. Birşeyin değişeceğini sanmıyorum İtalya da en azından benim hayatım boyunca. .. İnsanın nasıl bir evrim geçirdiği beni hiç ilgilendirmiyor, beni ilgilendiren tek şey detektif romanının nasıl bir evrim geçirdiğidir artık.”

11- Polisiye yazmak için belirli kurallar olması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Her demokrasinin kuralı vardır. Vatandaşlar da bu kurallara uymalıdır. Polisiye de “kim yaptı?” kurallarını Edgar Allen Poe yazmıştır. Mektubunda sözünü ettiği “hızlı”  polisiyeler için geçerli yedi basamak. Tabii bu genel bir şablon dedektif hikayesinde. Ondan sonra hiç bu şablona uymayan ve okura büyük keyif veren çok sayıda polisiye de yazıldı. Ondan önce hiç polisiye olmayan yığınla eser de aynı “hıza” sahip olduğundan polisiye  sınıflandırmasına konulabilir oldu. Bunlar kuralları çiğnemediler,  zenginleştirdiler. Kurallarla birlikte bir kural daha var,  o da, hikayeyi en iyi anlatan kazanırdır kuralı.

12- Polisiyenin Türkiye’de 1990’lardan itibaren giderek rağbet gören bir tür olmasını nasıl açıklarsınız?

Yine Erol Üyepazarcı’nın çalışması bu ifadenizi yadsıyor. Belki 1990’lardan sonra yaşanan nüfus patlaması sayıları ve istatistikleri etkilediği için böyle görünebilir ama 19. Yy’dan itibaren bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, başta Padişah olmak üzere belli ki polisiyenin okuru mevcut. 

13- Polisiye, başka roman türleriyle karşılaştırıldığında alt türleri diğerlerine oranla daha çok olan bir tür mü? Neden? Siz kendizi bu alt türlere yakın hissediyor musunuz?

Polisiyenin türlerinden çok, şüphesiz kendimi romana yakın görüyorum. Sekizinci sorunuzu yanıtlarken içinde bulunduğum ortam nedeniyle ortaya çıkan metinlerin melez doğasını açıklamıştım.

Benim türüm, bir yandan hayatı gerçek hızıyla kayda geçirme kaygısı, öte tarafta bu hıza direnmek için bir kısa anı ebediyete uzatma ihtiyacı arasındaki melez doğalı yazarın aşk mektuplarıdır. İtiraflarla dolu Kalbim Çırılçıplak sonunda itiraf kalemini benim elime tutuşturdu:

  ama bir dakika... şu an radyodan bir türkü çağırıyor, bakın, sanki benim yerime, benden önce  cevabı yetiştirecek size; ...odam kireç tutmuyor/kumunu karmayınca/ sevda baştan gitmiyor/ sarılıp yatmayınca/..  gönül rahat etmiyor/yare lâf atmayınca... 

Zaten ben de tam bunu söyleyecektim. Türkü acele etmeseydi. Söyleyecektim ki:“yüreği temiz, bileği kuvvetli, sözünün eri bir yakışıklı çıkar gelir günün birinde uzaklardan...” diyecektim.  Çok uzaklardan. Gözlerinde çakır okyanus. Bir de Olivetti daktilo getirir hediye diye.  Alır başından aklını genç kızın, gönlü kapılır, kaçar gider onun peşinden,  bir daha dönmez gayrı, dolanır durur.  Dolup taşan ruhunu  başından geçenlere, gördüklerine, duyduklarına doldurur,  mektuplara sıkıştırır, yükler yükler postalar, o daktilonun bütün tuşları tek tek dökülünceye kadar yazar da yazar. Nasıl yazmasın?  Hasret gidermenin tek yolu, o gözlere yeniden bakmanın, o yumuşak yanaklara tekrar değmenin, ellere dokunmanın, o gülüşü duymanın tek yolu yazmak, dünya aleme ilan etmek “o bir er ki...” demek.

Yanlış hatırlamıyorsam gecenin geç bir saatiydi.  Sanırım sonbahar ile kış arası bir tarih. Yağmur çiseliyordu. Queens’de bir Rum meyhanesinden çıkmıştık.   İstanbul’da gün batımında Karaköy’den kalkan Üsküdar, Boğaz, Kadıköy vapurlarını seyrediyorduk.  Hani martılara, rıhtıma vuran takalarda ızgara balık satanlara, işten eve koşuşturanlara bakıyorduk. Yağmur çiseliyordu. Çiseleyen damlalarla ilgili bir söz verdik birbirimize. Kara dalgalarla kabaran vahşi, kayalık bir deniz kıyısında, bir hayat kadar uzun, büyük, dolu dolu süren o yüce öpüşmeydi sebeb.  Tabii. Ne güzel yaz kokuyordu gece. Başımızda astronotların gökyüzü, yıldız dolu. Arka taraftaki baharat bahçesinden taşıyordu rüzğar kekik, fesleğen, rezene kokusunu.   Yanılmıyorsam böyle başladım Kelime Krallığı’nın Harf Tapınağı’nda hizmete .  

Hizmet ağır.  Onu layığıyla anlatmaya gelince, orada takıldı kaldı kalem. Onun dışı kadar içinin de güzelliğini hakettiği gibi anlatmayı becerebilse  kesin abartıyor sanılır, kıskanacaklara, o güzellikte biri yoktur diyeceklere meydan açılır. Onun insanlığından, niteliklerinden dem vurmaya yeltense, bunlara aşık olmuş diye kendini övüyor zanneder herkes. De yine onu düşünür düşünmez ne acı kaldı, ne korku, ne yorğunluk ne mesafe. Yerimi Kraliçelerle bile değişmem, kalem de değiştirmez.  İşte bu yüzden kalbini açık açık ifade etmeye niyetlenip niyetlenip, tam yerine geldiğinde repliğini şaşıran beceriksiz oyuncu gibi dondu kaldı ortada.  Ne komik, ne acıklı durumlara düştü. Orasını burasını kırdı, kanattı,çürüttü, saçını başını yoldu. Düşünüp taşınıp tam da yakıştırdığı büyük kelimeler, evet, hepsi ne oyunlar oynadılar ona.  Yeri geldiğinde aklından çıkıp gidiverdikleri yetmiyormuşçasına.  Her seferinde söylenmesi gerekeni bir türlü söyleyemedikleri için hayatın zenginliğine kaçtılar. Neler neler çıktı karşısına; Ne muhteşem hikayeler; Ne heyecanlı maceralar. Onları artık anlatabildiğince anlatmaya kalkıştı. Hikaye pazarında ticarete böyle başladı. 

Daha ilk andan itibaren en sığ, en çiğ zamanlarında dahi, bütün zahmete değecek tek işin, daha önce yazılan şeyleri tekrarlamadan, yenilemeye ya da daha iyisini yapmaya kalkışmak yerine alışılmışın dışında, kuşkusuz kendine özgü kaşesiyle, denenmemiş bir çalışmayı aleladelikten hallice bir zarafet içinde sunmaktır diye düşündü. Açıkçası doğru, önemli ve yeni olmayan hiçbir iş okura layık değildir, vaktini almaya değmez, sevgiliyi hakkıyla ifade etmez fikriyle titredi. Heyecanlara, endişelere boğuldu. Ama ne yazarsa yazsın hep aynı şeyi, nereye baksa, nereye gitse gördüğü tek şey olan aşkını yazdı sonunda.  

Evet, kalem. Sonunda sevgilinin her özelliğini, her bakışını, her gülüşünü, yanağını,  kalbinin temizliğini, saflığını, düşüncelerinin güzelliğini her ayrıntısıyla ifade eden zengin, canlı, rengarenk  büyüleyici o bahçede buldu kendini. Rüzğar sevgilinin sözlerini fısıldadıkça kulağına o yazdı. Yazdım. Herkesin bir kusuru olur. Aşk kusura bakmaz derler, affola.

14- 15 - Polisiye  eserlerde şiddet konusunda ne düşünüyorsunuz? Polisiye her zaman içinde  bir suçlu-suç ve araştırma ilişkisini barındırmalı mıdır?

Şiddet polisiyenin öznesidir.  Biraz önce Sicilya’lı polisiye yazarlarından bahsettim. Sicilya’yı İtalya ve ötesinin bir mikrodünyası olarak kayda geçiren polisiyeler. Doğrudan şiddeti yazmak yerine, esas olarak da kullandıkları dolambaçlı dil ile yazmadıkları halde şiddeti kuvvetle anlatan metinler çıkardılar. Şiddet, hayatımızda cinayetten yolsuzluğa ve haksızlığa kısacası pek çok kılığa girer. Polisiye de hayata rakip bir hırsla onu her kılıkta yakalamaya çalışır.   

“Sodom’un 120 Günü,”  hayatı boyunca ölüm cezasına muhalefet eden ve “burada insanları öldürüyorlar” diye hapishane penceresinden bağırdığı için tımarhaneye gönderilen Marquis de Sade’ın 1785’te, Fransız devriminin en kanlı döneminde Bastille’de hapis yaptığı sırada 37 günde 12 metrelik rulo kağıda karınca duası harflerle yazdığı romandır. Dante’nin “Yüce Komedi”si ve Giovanni Boccaccio’nun Decameron’unun ve Chaucer’ın Kanterbury Hikayeleri geleneğindeki metinde Sade’ın niyeti, devlet ve din kurumlarının insanlar üzerinde kurduğu vahşi ve insanlık dışı baskıyı, tamamen uydurulmuş, inanılamayacak hikayelere dayandırdığını göstermektir.  Nitekim, Sade metninde, tarihi davalarda (14yy Gilles de Rais ve 17. Yy Elizabeth Bathory) ve kendi yargısında kayda geçen bu abartılı, vahşi, inandırıcılıktan uzak olduğu halde kabul gören hikayeleri kullanır. Korkuya inananlara kendi adını, sadizmi bağışlamaktan çekinmeden, ortaya bile bile okunması imkansız, inanılamayacak bir gotik çıkarır.  

16- Sizin beğendiğiniz polisiye yazarları kimlerdir? Neden?

İlk sırada Edgar Allan Poe var. Kitaplarını kumar borcuna yatıran, en büyük aşkını vereme kaptıran Poe. Baudelaire’e göre, “kafası çetin ve kapsamlı bir çalışmayla meşgul... unutmanın şehvetini şişelerde arayan” bir şairdir. “Oburca değil, vahşice içmiş, insanı öldüren bir işlevi yerine getirir gibi, sanki içinde öldürülecek bir şey varmış gibi içmiştir” ve “temiz ve saf bir aşk ile kurtarılmadığı taktirde bir sene daha yaşayamayacağını” söyleyerek sefalet içinde mezarına kavuşmuştur. Arkasında bir türlü yaşamayı beceremediği acılarla dolu dünyadan çok daha acıtan, can yakan karakterlerini bırakmıştır.  Poe durumun farkına vardığından bu karakterlerin peşine, bir de onları düzgün bir mantık içinde dikkatle soruşturarak anlatan detektifi Auguste Dupin’i takmıştır. Ama işin başı bozuk. Tiyatrocu ebeveynleri Poe’ya  ilk adı Edgar’ı Shakespeare’in Kral Lear oyunundaki karakterinden esinlenip vermiştir. Haksız şekilde babasını öldürmekle suçlanan, o yüzden de etrafta Zavallı Tom kılığında yiyecek dilenip dolaşan yarı deli Edgar’ın gölgesi belki ismi nedeniyle Poe’nun peşini hayat boyu bir türlü bırakmamıştır. Poe’yu “... çizgiyi aşmadan. ..adım adım, her seferinde bir matematik problemi çözercesine son derece dikkatle, yanlış yapmadan,” sınırlarının iyice kıyısına kadar götürmüş, her seferinde onu o uçuruma atlamaya biraz daha yaklaştırmıştır. 

O gün bugündür, okurları çıplak bir kalbin samimiyetiyle Poe’nun detektifini sevip okumayı sürdürdü. Başka yazarların kaleminden yinelenmeye, başka karakterlere bürünmeye teşvik etti.  Arthur Conan Doyle gibi kahramanını öldürmeye yeltenen yazarları bin pişman, yeniden masa başına oturttu. Hiç yaşamamış kayda değer ölümsüzlerle çoşup akan o koca bir nehir içinde uçsuz bucaksız deryaya kavuştu. O yüzden onun ardından bu türü benimseyen bütün polisiye yazarları arasında sıralamaya kalksam sevdiklerim saymakla bitmez. 

Polisiye roman beni çocukluk yıllarımda sardı. "Kare As" serisiyle. Başkan Yayınlarından yayınlanan, yazarı Fransız polisiye edebiyatı Grand Prix ödülü sahibi Odette Sorensen, çevirmeni Ali Topaloğlu, yeşil kapaklı kitapçıklardaki  dört genç kız arkadaşın detektiflik maceralarını, yayınlandıkça hiç aksatmadan aldığımı ve tekrar tekrar keyifle okuduğumu hatırlıyorum. 30 Şubat'ın kahramanı Afsane'nin "Kare Ası" adı böyle bir çocukluk esintisi.

Daha sonra beni hakikaten avcuna alan ilk polisiye "Fosforlu Cevriye"dir. Suat Derviş'in kaleminden Beyoğlu'nun fosforlusunun hikayesi, kahramanları ve her kelimesiyle işlediği romantik aşk, polisiye lezzetini bana tattıran eserdir. Ondan sonra bir müptela gibi her polisiyede aynı lezzeti aradım, aynı keyfin peşine düştüm.

17- Polisiye bir türde eser kaleme alırken uzmanlık gerektiren yardımlar alınmalı mıdır?

Mutlaka polisiye yazımında uzmanlaşmış ustalardan, polisiyeleri sıkı takip eden yürekli eleştirmenlerden yol gösteren yardımlar ya da yapıcı eleştiriler almak kadar önemli ve kıymetli bir şey olamaz. 

18- Polisiye ve çok satarlık, polisiyenin tanıtımı, reklamı hakkında neler düşünüyorsunuz?

Her polisiye için geçerli değil çok satarlık, tanıtım, reklam vs o sebeble bir genellendirme yapmak mümkün değil. Ama Poe’nun ifadesiyle “hızlı” metin, görsel malzemeye daha açık, zaman tasarrufu bakımından ekonomik bir paket haline gelince okur için daha seçilir bir üründür.

19- Polisiye diğer türlere göre dizi, sinema vb sanat dallarına uyarlanmak için daha uygun bir tür müdür? Neden?

Evet daha demokratik ya da melez bir metin derken diğer dallara uyarlanabilirliğini de kasdediyorum.  Zaten gördüğünüz gibi pek çok dalla karışarak oluşmuş bir tarihi var. Mesela Edgar Allan Poe’nun ilk eserlerinden biri Oval Portre’dir. Daha sonra Oscar Wilde aynı hikayeyi Dorian Grayın Portresi ile anlatmıştır. Courbet’nin kendi portresinde de Poe’nun Oval Portre’de dile getirdiği terör vardır.  Dolayısıyla baştan beri zaten bütün etkileşimler karşılıklıdır.  Kalbim Çırılçıplak üçlemesi bir bakıma bu karşılıklı iletişimin hikayesidir. Poe’nun Fransız ve İngiliz edebiyatçılarıyla, ressamlarıyla karşılıklı etkileşimi, eski Yunan kaynakları, 1001 Gece Masalları, Mezopotamya mitleri dalların her zaman her şekilde birbirine uyarlandığını gösteren küçük bir örnek.

Günümüzde sinema ve diğer sanat dallarına polisiyelerin uyarlanma kolaylığının sebebi bence bu geçişimler. 

20- Polisiye türünün sizce nasıl bir geleceği olacak?

Dedektif’in ilham kaynağı otomaton “Türk”e döndürüyor beni bu soru. Karakter Taciri, makina gibi düşünen insandan, insan gibi düşünen makinaya yolculuğun hikayesinde belki yine bir felaket tellallığı var. Özgürlük hayali ile hayat, hem bir yandan bedeninin zayıflıklarından muaf, kendi kadar becerikli bir teknoloji peşinde hem de böyle bir şeyin kendi sonu anlamına gelebileceğini gördüğü için son derece tedirgin.  New York’taki karşılaşmada Kasparov’un yüzünde gördüğüm terör. Bir makinanın insan gibi oynayabilmesi ihtimaline karşı içinde insan olan bir makinayı tercih edecekti, kabul edecekti. Makinanın insan gibi oynayabilmesi ihtimalini kabullenemiyordu. O yüzden bence polisiyenin geleceği, ya da romanın geleceği insanın geleceğinden bağımsız değildir.

-------------bitti

Polisiye Söyleşiler 3: Şebnem Şenyener