Polisiye Söyleşiler 4: Armağan Tunaboylu
İpek Bozkaya ve Said Cangır ile polisiye yazarlarına, polisiye hakkında 20 soru sorduk. Cevapları burada.
Armağan Tunaboylu
1. Siz polisiyeyi nasıl tanımlarsınız?
Polisiyeyi tanımlamak gerekir mi? Polisiye polisiyedir.
Madem böyle bir soru geldi dilimiz döndüğünce yanıtlamaya çalışayım: Polisiye bir gizemi çözümler. Gizem genelde işlenmiş bir suçtur ve bir şekilde çözülmesi gerekmektedir. Polis, detektif, gazeteci gibi gözde meslek gruplarından biri ya da suç başına kalmış kurban kendi suçsuzluğunu kanıtlamak için bu suçu işleyenleri bulur. Aslında bu cümlede anahtar kelime ne suç, ne polis ne detektiftir. Anahtar kelime “bulur”dur. Çünkü her polisiye roman sonunda okur suçun nedenini öğrenip suçlunun yakalanmasıyla rahatlamak zorundadır.
Bu konunun üstatlarından Erol Üyepazarcı en sevdiği polisiye olarak Karamazof Kardeşleri gösterir. Bir söyleşisindeydi sanırım, Ahmet Ümit ise dünyanın en eski polisiyesi olarak Habil ile Kabil’i söylemiştir. Her ne kadar o zamanlarda ne polis ne de roman yoksa da gene de doğrudur. Ama bence polisiyede patlayan tabancalar, kızıl saçlı seksi sekreterler olmalıdır. Eğlencelik bir “aktivite” olan polisiye, müşterilerine eğlence ve mutluluk ve de hayattan, gerçeklerden ve hayatın gerçeklerinden bir kaçış vaat etmelidir. Yalnız ve yeterince güvende olmayan okur yarın öbür gün kendisine karşı bir suç işlenecekse o suçun cezasız kalmayacağını bilmelidir. Yani rahatlatmalıdır.
Bir yerde polisiye ile soap opera, hatta yerli dizileri aynı kefeye koymuş gibi oldum, -ki doğrudur da. Edebiyatın bir alt türü, ya da edebiyatın bir türü değildir. Edebiyatın türleri, şiir, roman, öykü vesairedir. Bir sanat yapıtının yaptığı gibi bir kavramı alıp onu tartışmaz. O kavram üzerine yeni açılımlara ulaşmaz. Yeni bir dili yoktur. Suçu ya da nedenlerini masaya yatırmaz. Sadece baştan sona devam eden bir entrikayı anlatır.
Bu yüzden polisiye roman edebiyat dolayısıyla sanat ürünü değil de boş zamanları doldurmaya yarayan hayal satıcısıdır.
2. Neden polisiye türünde eserler kaleme alıyorsunuz?
Seviyorum.
Yıllar önce okuduğum bir James Bond romanını pek de sevmemiştim ama denk geldi bir ikincisini de alıp okudum. Bende bir şeyin yanına ikincisini koyduğum her şeyi biriktirme huyu başlar. Beğendiğim ilk polisiye roman hangisiydi hatırlamıyorum ama o yıllarda James Bond filmlerinden çok büyük keyif alıyordum; Roger Moore’un oynadıkları özellikle. Bu filmlerle kitaplar arasında çok büyük bir fark olduğunu anladım. Mesela Bond, kitaplarda canının yanmasına dayanamadığı zamanlarda ağlıyordu. Hiç olacak şey mi? Bir istihbarat ajanı olarak düşman diplomatlarına şantaj yapmak için gizli fotoğraflarını çekiyordu ve bundan hiç de hoşlanmıyordu. Kitaplar her ne kadar banal gelse de filmlerle kıyaslayınca sanki gerçekçi gibiydi. İlgimi çeken de bu oldu sanırım.
Derken o zamanların Başak Yayınları ile tanıştım. Akba filan. John Le Carré, Graham Green peşi sıra geldi. Demek polisiyeye önce casusluk romanlarıyla başlamışım. Sonra evden bir yerlerden Martin Beck serisi çıktı. Martin Beck’i de James Bond gibi afili bir isim sandım; değilmiş. Ama çok sevdim. Agatha Christieler geldi peşi sıra. Sonra Colombo vardı televizyonda. Madigan gibi, Baretta gibi maçolar vardı. Pek sevemedim.
Uzatmayayım araya yüzlerce yazar, binlerce kitap, film girdi, bende de bir temel oluştu. Tabi olay temelle kalmıyor. Abartmayayım ama okuduklarımın yüzde doksan beşi filan çöptü. Hala da aynı şekilde kitap basıyorlar. Özellikle Amerikan polisiyelerinde oran yüzde doksan beşi de aşıyor. Adam şehrin göbeğinde, olayı çözmesi bir telefon etmesine bakıyor. Ama hayır. Öldür Allah o telefonu etmiyor, iki gün ve sayfalar boyunca kendine eziyet çektiriyor. Okur da bekliyor. Kimse kusura bakmasın ama böyle. Ayrıcana bahsettiğim roman dandirikten, adı sanı duyulmamış bir yazarın kitabı değil, aksine milyonlarca satmış, filme çekilmiş, hatta filminde de Morgan Freeman gibi bir usta rol almış. Tabi senaryo, sonrasında film bu kadar şabalakça değil. Yarattığı karakter kendisinden zeki, birçok yazar dolaşıyor etrafta. Hal böyle olunca insan kendi kendine “Ne var yahu? Ben daha iyisini yazarım” diyor.
Gerçekten de yazar. Bilmem neresiyle yazsa dahi, daha iyisini yazar. O kadar berbat örnekleri pazarlıyorlar ki. Ben de kendimle yaptığım tartışmalar ve kendi kendime verdiğim gazlarla ilk romanımı yazdım. Aslında sinema eğitimi aldığım için, senaryo yazmaya kalkışmıştım. Ama bir de baktım ki roman olmuş.
O zamanlar birçok, “bir şeyler” yazıyordum. Senaryolar, sinopsisler… Yazarken hiç de fena gelmiyordu. Hatta aklıma zekama hayran kalıyordum. Ta ki ertesi sabah yazdıklarımı okuyuncaya kadar. İşte o zaman kendimden nefret ediyor, “delete” tuşuna acımasızca basıyordum.
Sonuçta, bu defa yazdığım roman ertesi gün okuduğumda sanki hiç de fena değildi. Kafamdan çıkarıp tamamen unutuncaya kadar bekledikten sonra, yani birkaç ay sonra tekrar okuduğumda gene fena bulmadım. (Aslında burada tevazu gösteriyorum, hem çok beğenmiştim hem de eğlenmiştim.)
Kitabın bundan sonra basılması apayrı bir süreç; ben de bu metin boyunca kahvede uyuklarken kendi hikayelerini anlatmaya bayılan yaşlı ve bunak bir emekli gibi defalarca sorudan uzaklaşıp kendi hikayemi anlatmaya devam edeceğim.
Mesela polisiye roman yazmak konusunda hiçbir idealim yoktur. Yani “kötülere bir darbe de ben vuracağım”, “adaleti hiç değilse romanlarımda sağlayacağım” gibi sorunsallarım neredeyse hiç olmadı. Zaten kahramanlarıma bakılırsa ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Ya da bir bilmece sormaktan hoşlanıyorum, o bilmeceyi okurla birlikte çözmek beni hazdan delirtiyor gibi triplerim de olmadı.
Biraz önce de dediğim gibi kendi yazdıklarımı okumaktan çok keyif alıyorum. Yazdığıma uzun bir ara verip nerede kalmıştım diye okurken, düzeltmek için okurken, neler yapmışım diye okurken, en sonunda okurken, yayıncıya vermeden evvel son bir kez okurken, editörle üzerinde çalışıp okurken, basılmadan hemen önce pdf’ini okurken, hep keyif alıyorum. Sayıları bir elin parmaklarını… (hadi canım o kadar da değil) beş elin parmaklarını geçmeyen, kitaplarımı seven insanlar var; onların heyecanları da hoşuma gidiyor.
Tıkandım kaldım, yürümüyor, barutum buraya kadarmış dediğim, bir kenara attığım, gözümün kenarında bir damla yaşı göstermeden bir pavyon karısı gibi terk ettiğim bir dünya metin gelip geçti elimden. Bir şekilde çözüldü, yürüdü. İşte okuduysanız eğer o kitaplara dönüştü. Sanırım birkaç tane daha gelecek.
Hayatla ilgili herhangi bir derdim yok, polisiyeyi seviyorum. Deminden beri de dediğim gibi, üç beş tanıdık, yazmamı istiyor. Ben de onların başında geliyorum. O yüzden yazıyorum.
3. Karakterlerinizi nasıl yaratıyorsunuz?
Yegane karakterlerim Metin Çakır ve Asım Ağbi’dir.
İlk kitabımı yazıp da bitirene kadar hiç kitap yazdığımı düşünmemiştim. Hatta bittiğinde bile o kadar emin değildim. Hatta ve hatta Oğlak Yayınlarının kapısına bir zarfın içinde cami avlusuna bebeğini bırakan bir anne gibi götürdüğüm spiral ciltli print out’a kendi adım yerine uyduruk bir isim yazmıştım.
Yine uzattım galiba, neyse toparlıyorum, bir önceki soruda da anlattığım gibi bir senaryo yazmaya çalışıyordum. Ama yazdıklarımın bir roman olduğunu gördüğümde çok şaşırdım. Ne yaptıysam ne ettiysem yazdıklarımı sol tarafında görüntü anlatımı, sağ tarafındaysa diyalogların olduğu ikiye bölünmüş bir sayfaya çeviremedim. Bıraktım aktı.
Yine aynı soruda maço karakterleri sevmediğimi söylemiştim. Karakterim benden izler taşımaya başladı. Allah’ına kadar maço olmasına rağmen yeri geldi zırıl zırıl ağladı, yeri geldi, yaltaklandı. Ne empresyonist resimden anlayan bir koleksiyoner oldu ne bir kredi kartıyla adam öldürme becerisine sahip oldu. Ne dudaklarıyla dövüşüp yumruklarıyla öpüştü ne de yakışıklı bir hergele oldu. Bilgisayar dehası desen yanından geçmemiş, soğukkanlı keskin bir zeka? Hadi canım. Korkusuz? Gözü pek? Dürüst? Yüksek ahlaklı?
Sözlükteki insanı iyi yapan tüm sıfatları bir araya getirin, işte onların hiç biri Metin Çakır’da yoktu. Herkesin anti-kahraman, benimse post-modern kahraman dediğim Metin Çakır böyle yaratıldı. Vallahi ne yalan söyleyeyim Metin Çakır gibi bir dostum hatta komşum bile olsun istemem. Metin var olan bütün kahramanların o iç kıyıcı ideal niteliklerinden uzak bir kahraman oldu. Her ne kadar burada “kahraman” kavramını “tipleme” anlamında kullanıyorsam da yine kahraman demekten imtina ediyorum. Yani o derece işte; anlayın.
O yüksek burjuva ahlakını ve yaşayışını temsil eden içi boş, fakirleri tavlamaya yönelik ideallerden uzak oldu. Yüksek sınıf için kendi hayatını hiçe sayan yumuşak ruhlu yakışıklı erkeklerden de uzak durdu. Yine kendini hep düşünürmüş görünen, bireysellikmiş diyen maço kılıklı homolardan da olmadı. Yeri geldi ırkçı oldu, yeri geldi homofobik oldu. Kendinden küçüğü ezdi, güçlüye yaltaklandı. Hep parasızlık çekti. Dünyanın belki de en abazan pezevengi oldu. Sanatçıların arasına, yüksek sosyetenin ortasına löngürlös, patavatsızca daldı. Hep roman kahramanları ne yaparsa onu yapmak istedi ama her zaman, inadına tam tersini yaptı.
Hep kendi hayalleriyle yaşadı. Hayallerinin sınırları onun yaşantılarını aşamadı. Basit ve mutlu bir hayatı olsun istedi ama o hayatın öyle olmadığını da biliyordu. Mesela içinde yemek kokuları olan, güler yüzlü bir kadının kapıyı açtığı, çocuk seslerinin duyulduğu bir “ev” istedi hep. Ama o evin fakirlere verildiği gibi mutluluk yuvası olmadığının da farkındaydı. O evde para olmazsa karısının hiç de sevmediği ıspanak yemeği yapacağını, “bu ne be?” diye atarlanınca “eve para mı getiriyorsun?” diye karının cırlayacağını, çocukların, laptop, IPhone için tepesine çıkacağını, cadaloz kaynanasının kızına iyi bakmadığını kafasına kakacağını biliyordu. Cinnet geçirip evi Orta Doğu’ya çevireceğini de.
Bence işte bu yüzden Metin Çakır alabildiğine gerçek bir kahramandır. Derdi huzur içinde çalışıp ekmek parasını kazanmaktır.
Asım Ağbi ise Metin Çakır’ın ilk macerasının ilk sayfasından şu ana kadar eşlik ettiği başka bir karakter. Mahallenin Baş Komiseri. O da Metin kadar kirli. Tembel ve inancını kaybetmiş. Yalnız yaşıyor. Belki de evlenmeye bile mecali yok. Bu hayatta ne aradığını bulmuş, ne de ne aradığını biliyor. Herkes ondan korkuyor. Herkesin ondan korkması onun karakterinin en sarsılmaz yanı. Belli ki hasbelkader polis olmuş, aynı şekilde onun da hiçbir ideali yok. Ne dünyayı suçtan temizlemek ne de yaşanılabilir bir yer yaratmak var hayallerinde.
Metin bir sokakta durup da kadın satmaya başladığında ne kadar görünmez olabiliyorsa, Asım Ağbi o kadar belirgin biri. İki metreye yakın boyu, 150 kiloyu aşan bedeniyle bir dev. Bir dev gibi de güçlü. O hep sinirli ve sinirli olduğunda bir kalabalığı içine daldığında bir sürat teknesinin dalgaları yarması gibi kalabalıkları yararak gidiyor. O kadar bencil ki ve o kadar egosantrik ki yaptıklarının farkında bile olmuyor.
“Bir suç varsa bir de suçlu olmalıdır” hayatının yegane prensibi ve çoğu zaman suçluyu düşünürken aklına Metin Çakır geliyor ve onu yakalamaya kalkıyor.
Geriye kalanlar, romanlarda yaratılan, olayların vuku bulduğu “mahalle” sakinleri. Hemen hemen hepsinin bir lakabı var. İsimlerini yakın çevremden ödünç aldım, yalnız kadınlarınkiler hariç. Zira maceralara giren kadınların neredeyse alayı fahişe. Birileri alınsın istemedim. Erkekler nasıl olsa bir şekilde kaldırır.
Şimdi asıl soruya geldim: Metin ve Asım Ağbi ilk romanın daha ilk sayfasında belirdikten sonra yol belli olmuştu. Yolu sürekli genişletmek, akıcı hale getirmek gerekiyordu. Gereken her taş bir yerlerden çıkıp geldi. İsimlerinin aksine tüm karakterler kurgudur. Okuduğum yüzlerce kitap, izlediğim binlerce filmden doğdular.
Mesela Dursun; o mahallenin albatrosu, yani ekmeğini jigololuktan kazanıyor. Uzun boylu, yakışıklı, Metin’e sorarsanız ayı gibi güçlü ama yüzünde yara izi olur diye bütün kavgaların en önde kaçanı. Mızmız, mıymıntı ve hımbıl ama Metin’i çok seviyor. Başı ne zaman sıkışsa ona telefon, para, kalacak yer gibi lojistik destek sağlıyor. Ama bir yere kadar tabi. Üzerinde fazla duramadığım bir karakter de Neşe. O da Metin’in uzatmalı sevgilisi olan bir fahişe. Güzel bir kadın, iyi de para kazanıyor. Metin’i sahipleniyor.
Görüldüğü gibi Metin ve Asım karşıtlığı ve karşısında ihtiyaçtan doğan karakter demeyelim de tiplemeler var.
4. Eserlerinizde suç nasıl bir yere sahip?
Suç olmazsa suçlu, suçlu olmazsa polis, polis olmazsa polisiye olmaz.
Suç kitaplarının olmazsa olmazı. Yani ilk cümledeki tekerleme gibi olmazsa olmazı. Şöyle de anlatabilirim, bizim meşhur mahallede bir olay olur. Bir olay olması bir suç işlendi demektir. Yani ya Metin’in kızları parçalanıp yıldız biçiminde dizilmiştir, ya Metin’in arkadaşı olan ressam arkasında bir iki ceset bırakarak ortadan kaybolmuştur ya da Metin’in katıldığı toplantıya Metin çıktıktan birkaç dakika sonra silahlı saldırıda bulunulmuştur.
Görüldüğü üzere suç ve Metin kelimeleri hep yan yana. Bu durum Asım Baş Komiserin işini kolaylaştırıyor elbette. Yerinden kaldırmakta zorlandığı koca kıçını üzmemek için, bu karda kıyamette sokaklarda cirit atmamak için, ya da bu cehennemi sıcaklarda sokak itleri gibi farımamak için Metin’i suçlu ilan ediyor.
Çoğu zaman Metin’in peşinden koşmaya bile mecali yok. Ondan gelip teslim olmasını istiyor. Oysa ki Metin teslim olduğu takdirde, başına gelecekleri biliyor. Ya ömrünün sonuna kadar hapiste kalacak ya da nasipsizliğinin bir nişanesi olarak idam yeniden moda olacak ve bu sefil hayatı sona erecek.
Kaçıyor Metin ve kendini aklamaya çalışıyor.
Ben burada geçtiğim küçük özetten de anlaşılacağı gibi “suç”u değil bir entrikayı anlatıyorum. Benim kitaplarımda suç pek öyle tartışılmaz, yani neden suç olduğu, ahlaki ya da felsefi temelleri tartışılmaz. Karşıtı veya sonuçları da ortaya konmaz. Ceza neden gereklidir ya da en başından ceza nedir; irdelenmez. Zaten bilen biliyordur.
Bir mahalle vardır, haliyle mahalle sakinleri de vardır. Kendi mahallenizi düşünün, sabah servislerin öğrencileri alıp okula götürdüğü, fırıncının bakkal kapısına kasayla ekmek bıraktığı, çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu kalabalıkların işlerine gitmek üzere yola çıktığı bir mahalle. Arabaların hareket ettiği, dükkanların yavaş yavaş açıldığı, camide ezan okunan, satıcıların birbiri ardına bağırarak geçtiği bir mahalle. Caddeden sirenlerini çala çala ambulansların, polis arabalarının geçtiği, kırk yılın başı bir cinayetin işlendiği bir mahalle. Ülke denen yapının küçük bir lego taşı olan mahalle.
Metin’in mahallesi de aynen böyle. Hayır, biraz farklı. Öncelikle zaman olarak farklı. Sabahları kalkıp işe giden temiz giyimli yüzünden uyku akan babaların, kocaların yerine, sabahları işten eve dönen yüzünden uyku akan babalar kocalar var. Çocuklar okula gidiyor ama çoğunluğu değil. Zaten mahallede hiçbir şey resmi değil, zira resmi olarak mahalle zaten yok. Birileri bir zamanlar gelip oraya yerleşmiş. Belli ki polisten, kanundan kaçıyormuş. Sonra başka gecekondular yapılmış, meslektaşlar gelmiş. Kafamızdaki iş anlayışından çok farklı işler yapmışlar. Uyuşturucu satmışlar, hırsızlık yapmışlar, kadın pazarlamışlar, adam vurmuşlar. Eh! Bunu hobi olsun diye yapmamışlar. İnsanlık tarihi boyunca var olan bazı gereksinimleri sağlamak için, ellerinden yalnız bu iş geldiği için ya da bu işleri yapmaya mahkum edildikleri için yapmışlar.
Ama önemli olan bu değil, önemli olan bir ekonominin dönmesi tencerenin kaynaması.
Mahalle, yani küçük bir devlet ya da toplum, abartılmış bir suçlu kolonisi gibi gösteriliyor. Bazı korsan filmlerinde genellikle bir ada vardır. Hiçbir ülkenin bayrağı altında değildir. Korsanlar buraya sığınırlar, gemilerini tamir ederler, çaldıklarını satarlar, ihtiyaçlarını satın alırlar. Bolca içerler, fahişeler falan filan. Mahallenin de biraz böyle bir havası olsun istemiştim. Sadece suçlulardan oluşan bir ada. Ama kendine ait bir ekonomisi olmalı. Dışarıdan gelen satıcı ve alıcılar olmalı. Yani girip çıktıkça mikrop sürekli hareket halinde bir yerden bir yere dolaşıyor.
5. Polisiye ve dil arasında nasıl bir ilişki var sizce?
Polisiye kitaplar yatarak okunur.
Yani dil olarak sanatın bir anlatım tarzını, bir yeniliği anlıyorsak, polisiyeye çok da uygun bir şey değil. Elinde kitap, uyumasına çeyrek kalmış bir insanı, son bir heyecan fırtınasını sona erdirip dalacakken, yeni bir anlatım tarzıyla şaşırtmamak gerekir. Imızganmakta olan insan evladına yapılacak en fena şeydir bu herhalde.
Çünkü okurun polisiyeden beklediği bir şey vardır. Haydi buna da ben cevap vermeyeyim, herkesin beklentisi farklıdır. Ama genel kanı şudur herhalde: hafiften zekası okşanmalı, yumuşak yumuşak gerilimli dehlizlerde dolaştırılmalı, birkaç cinsel ıslak ve sıcak nefes üflenmeli kulağına, son olarak da suçluyu tahmin edince yumruğun üzerine sol elin avucuyla vurmalı ve “koduk mu?” dedirtmeli.
Bu neşeli, katharsise ulaştıracak metnin dili alabildiğine konvansiyonel bir dil olmalı. Okurun dili olmalı. Adamın karısıyla konuştuğu dil başka, patronuyla konuştuğu dil başka, müşteri veya metresiyle konuştuğu dil başkadır. Polisiye işte bunların hepsini kapsamalıdır. Birinden birini, ikisini kapsayıp diğerlerini kenarda bırakmamalıdır. Yoksa hep bir şeyler eksik kalacaktır.
Ama bir de diğer “dil”den, konuşmaları, diyalogları ve düşünceleri anlıyorsak biraz da polisiyenin tarihine bakmak lazım. Polisiyenin ilk zamanlarına bakalım, salonlarda geçiyor, son günlerinin yaşayan aristokrasi, burjuvaziyle amansızca savaşıyorlardı. Ve o salonların dili, rafine aristokrat dil, burjuvazinin geniş spektrumuna ters düşüyor ve bir tezat yaşanıyordu.
Polisiye sokaklara çıkıp da burjuvazinin kendi arasındaki hesaplaşmalarına, giderek de organize suça yöneldikçe kullanılan dil de değişiyordu. Kaba saba detektiflerin löngürlös konuşmaları kendilerinden yardım isteyen senatör kızlarının gözlerinin hayretle açılmasına neden oluyordu. Zamanla günlük yaşayan dil, romanlara girmeye başladı ama bunun da şöyle bir handikapı vardı, günlük dil kullanılan birkaç yüz kelimeyi aşamıyordu. O zaman imdada sokak dili yetişti, Sokaktaki insanın kullandığı, yani, işçinin de patronunun da kullandığı, eğitimlinin de eğitimsizin de kullandığı, kadının da erkeğin de kullandığı bir dil kullanılmaya başladı. Argodan bolca destek alan, jargonlara girip çıkan, kayış diline uzak kalamayan ama herkesin bildiği bir dil.
Benim sürekli vermekten hoşlandığım bir örnek vardır: hani Amerikan polisiyelerinde yalan makineleri vardır ya, adama soru sorulur. Adam da cevap verir. Kamera adamın yüzündedir. Cevap verirken makinenin grafik iğnesini gösterir. Sonra adam başka bir soruda yalan söyler. Makinenin iğnesi çıldırır, grafik iner çıkar. Sorgucu gözlüğünün üstünden adama bir bakış atıp elindeki kalemle grafiğe bir işaret koyar. İşte romanın dili o grafik gibi çıldırmamalı. Hep aynı seviyede gitmeli. Okuyan “n’oluyoruz ya?” deyip gözlüğünün üzerinden bir bakış atmamalı.
Aklıma hep bir filmde argo konuşan Zeki Müren gelir. Yaklaşık 3 – 4 dakika boyunca o güzel sesi, pırıl pırıl yüzüyle bir argo tiradı patlatmıştı. Ne bir oyunculuk ne bir mimik, sadece senaryoda yazan argo konuşmaları çıtır çıtır, sektirmeden okumuştu. Bu kadar lafı da sokak dilini yerli yersiz kullanmamak gerektiğini ve bunu kullanmanın gerçekten ustalık olduğunu anlatmak için yazdım.
Yoksa annemizin duymaktan hoşlandığı bir metnin ortasından çıkan bir cızırtı gibi oluyor.
6. Polisiye ve şehir arasında bir ilişki var mı? Eğer varsa bu ilişki nasıl bir ilişki?
Kesinlikle evet.
Kırsalda, köyde suç işlenmiyor mu? Tabii ki işleniyor ama herkes kimin ne yaptığını biliyor. Zaten herkes birbirinin ne yaptığını, ne aradığını kısacası ciğerini biliyor. Suç ve suçlu arasında o kadar doğrudan, direkt bir ilişki var ki. Ya namus cinayeti, ya ekonomik bir sorun. Çoğu zaman, kır insanı yıllardır yediği baskıdan ne yapacağını şaşırmış, doğrudan gidip teslim oluyor. Eskiden dağa çıkıp eşkıyaya karışırlarmış. Şimdi ne dağ kaldı ne kırsal.
Ama en kanlı katliamlar yine de köylerde oluyor. 4 – 5 sene önce 40 kişiden fazla insanın öldürüldüğü katliamı hatırlayın. Yanlış hatırlamıyorsam adamlar düğün yapılan eve girmişler, kalabalığın üzerine yağdırmışlardı. Bir odada bulunan insanları öldürmüşlerdi. Hemen yakalandılar tabi. Suçun nedeni belli, haliyle işleyen de belli.
Şehirde çıkar ilişkileri, ekonomi daha kompleks. Boşta bir dünya adam olunca aracı sayısını arttırıp ilişkileri labirentleştirme yoluna gidiliyor. Bu yüzden nedenleri gizlemek için yapılan planlar daha karmaşık oluyor. Saklanacak daha çok yer var ama suçluyu arayacak daha çok polis var. Polisin olanakları var.
Ama ben her zaman romancının kafasının köydeki ya da kentteki insandan daha farklı çalıştığını düşünmüşümdür. Köylü ve ya kentlinin bir amacı vardır; o da ekonomik bir çıkar sağlamak ya da namusunu temizlemek. Öyle seri katillere filan fazlacana inanmıyorum. Zekasını kanıtlamak için adam öldüren sosyopatlara, bir bodruma kapatıp haftalarca işkence çektirerek kurbanlarını yavaş yavaş öldüren psikopatlara rastlanmadığından eminim. Arada bir Amerika’da bir iki sapık çıkıyor. Onlar da mükemmel planlarından değil güvenliğin acizliğinden yakalanmamayı beceriyor. Ama neticede gene de yakayı ele veriyorlar. Yoksa kurbanının canlı gövdesinde koza yerleştirip hayvan, bitki yetiştirmek, Dexter gibi kanunun elinden kurtulmuş yüzlerce kötü insanı öldürmek gibi ekstrem örnekler sadece kurgu dünyasında kurgucular tarafından kurgulanıyor.
Aslında gazetelerde, televizyonlarda duyuyoruz, cinayet filmlerine taş çıkartan plan ya da polisiye romanları aratmayacak entrika. Açıp okuyorsunuz, durup dinliyorsunuz, olay şu: kadın sevgilisiyle kocasını öldürmek için plan yapmış, kömürlüğe indirmiş adamı, saklanan sevgili de takıvermiş bıçağı. Polis iki tokat çakıyor, hemen çözülüyorlar. İki günde yakalanıyorlar. Bu mu şeytani plan? Bu mu filmlere taş çıkartan entrika? Köyde de olsa şehirde de olsa olay çok basit. Belki de insanoğlu çok basit. Hırsları, istekleri bir yere kadar.
Aslında hayatta bu kadar, yani romanlarda, filmlerde olduğu kadar planlı suç işlenmiyor. En fazla trafikte arabadan inilip bir iki tekme tokat oluyor, o da arkada bekleyenlerin acelesi olduğu için hemencecik ayırıyorlar veya niye omuz attın meselesi. En çok da cinnet.
Romanlara bu entrikaları yükleyen, hayal güçlerini çalıştıran, şeytani planlar hazırlayan hep yazarlar oluyor. Şehirlerin de malzemesi gani. Köyde sağa gitti tarla, sola döndün kahve… Bitti. Şehir, özellikle İstanbul çoğu zaman yazardan da, kahramandan da rol çalıyor.
7. Türkiye'de polisiyenin köklü bir geçmiş var mı?
Hayır.
Türkiye’ye matbaa 150 - 200, roman bilmem kaç yüz yıl geç girmiş. Polisiyenin geç girmesi de son derece normal. Avrupa’da gazetelerde tefrikalar yayınlanıp ‘dime novel’lar basılırken, polisiyeleri binler okurken, Türkiye’de esamisi okunmuyor. Her zaman ve her işimizde olduğu gibi padişahın merakı sayesinde polisiye de tepeden inerek geliyor. Avrupa’da polisiyenin ağababası sayılan Edgar Allen Poe’yu dahi hala aşamamış olmamız belki de bu sebepten.
Polisiye tarihini çok net bilmiyorum, zaten merak edenler için mükemmel bir eser var, Erol Üyepazarcı’nın hazırladığı “Korkmayınız Mister Sherlock Holmes” adıyla yayınlanmış bir ansiklopedi var Türkçe’de.
Benim edindiğim bir “intiba” var sadece onu paylaşmak istiyorum, Cumhuriyet sonrası Latin harfleriyle tek tük bazı kitaplar yazılıyor, çevriliyor. Sonra başta Peyami Safa, Orhan Kemal, Ümit Deniz’in Başak ve Akba Yayınevlerinin olduğu bazı dönemler geliyor.
Bu arada paylaşmak istediğim bir şey var. Tesadüfen bir sahaftan elime geçen bir kitap; İskender Fahrettin’in yazdığı “İngiliz Casusu Lavrens İstanbulda.” 1932 tarihinde basılmış olan bu kitabın alt başlığı da: “Büyük harp esnasında memleketimize girdiği iddia olunan İngiliz casusunun maceraları” aynı bu şekilde yazıyor, imla hatalarını da özellikle düzeltmedim. Zaten kitabın içinde de başta apostrof olmak üzere birçok noktalama işareti yer almıyor. Uzun zaman önce okuduğum aklımda da fazla iz bırakmamış bir kitap. Çocuksu denilebilecek bir naiflikle yazılmış. Ama dil olarak, anlatım olarak 30 yıl sonra basılacak James Bondları, Mike Hammerları epey andırıyor. Yer yer cinselliğin öne çıktığı bölümler de var. O zamanlara göre cüretli olduğunu düşünmüştüm okuduğumda.
Eminim ki bu serinin diğer tüm yazarları da aynı olgudan dem vuracaklardır; Nazım Hikmet’in, en çok da Orhan Kemal’in sadece ve sadece para kazanabilmek için yazdıkları polisiyeler. Hatta New York haritasını önüne açan Orhan Kemal’in Mickey Spillane’den çok daha başarılı Mike Hammer maceraları yazdığı söylenir. Herhalde sadece Türkiye’ye özgü bir olaydır bu, ya da az gelişmiş ülkelere…
Devamında ne olduğunu pek bilmiyorum ama her halde tek tük doğrudan olmasa da polisiye kalıplarını kullanan romanların yazıldığı bir dönem gelmiş olabilir. Şu an için sesli düşünüyorum, yani yazıyorum. İlk aklıma gelen Pınar Kür’ün, Çetin Altan’ın, Ümit Kıvanç’ın romanlarında polisiye kurgulardan yararlanmaları… Tabi sonra da önemli bir fenomen var Osman Aysu.
Türkiye’de adına bir “patlama “ diyebilir miyiz bilmiyorum ama Ahmet Ümit ve Oğlak Yayınları’yla yeni bir süreç başlıyor. Ahmet Ümit’in Sis ve Gece’sini müteakip birçok yazar işaret almış gibi polisiye yazmaya başlıyor. Mutlaka öncesinde de birileri çıkıp ben şu tarihte yazmıştım, çizmiştim diyecektir ama popüler romanlarla paralel Türkiye’deki polisiye de bu nirengi noktasından yola çıkar. Yine çok emin olmamakla beraber bu serinin 20 yazarı da bu sürecin ardından piyasaya çıktılar.
Gene bir dünya lafın ardından Türkiye’de polisiyenin köklü bir geçmişi olmadığını söylemeyi başardım. Ama polisiyeseverler için sevindirici olan şu: polisiyenin köklü bir geleceği olacak.
8. Polisiyeyi diğer roman türlerinden ayırıcı özellikleri sizce nelerdir?
Soru edebiyatın türleri olsa karşı çıkar, edebiyatın türleri olmaz derdim. Benim ısrarla savunduğum “polisiye sanat ya da edebiyat değildir” üzerinde konuşacağım gene. Polisiye edebiyatın bir türü olsaydı, aşk romanları da ya da fantastik romanlar da veya bilim-kurgu romanları da bir türü olacaktı ve de biz içinden çıkmakta daha da zorlanacaktık.
Ama gene de Le Carré, Greene, Pennac, Rendell, Highsmith gibi yazarlar polisiye (ilk ikisi casusluk) formları kullanarak romanlar, edebi eserler yazmışlardır.
Gelelim roman türleri arasında polisiyeye: ne kadar yazar varsa o kadar da yazım tekniği olduğunu düşünürsek diğer türlerle ayırıcı özellikleri de o kadar çoktur. Ama bir genelleme yaparsak, olay sadece, “bir suç işlenir ve suçu işleyen yakalanmaya çalışılır”dır.
Bir aşk romanında bu olamaz mı? Olabilir, ya da fantastik bir öyküde de olabilir. Fantastik bir aşk öyküsünde de polisiye unsurlar da yer alabilir. Bu yüzden bu soruların net yanıtları olamıyor. Ama illa olması gereken şudur, bir suç işlenir, toplumun moral değerlerinin devamı için bu suçun cezalandırılması gerekmektedir. Gerek emniyet güçleri, gerek diğer hukuk insanları – avukat, savcı vs, veya adaleti kendine düstur edinmiş başka idealist meslekler –gazeteci, yazar vs ya da meslek icabı -özel detektif gibi bir şekilde bulaşanlar; kimi zaman da haksız yere suçlanıp kendini temize çıkarmaya çalışanlar, suçluyu arar.
Suçlu da elinden geldiğince kendini gizlemeye, suçunu örtmeye, gizlemeye ve alacağı cezadan kurtulmaya çalışır. Ve karşılıklı bir düello yaşanır.
9. Polisiye ve eleştirisi konusunda neler söylersiniz?
Tüm edebiyat ve kitap eleştirisi için de aynı şeyi söyleyebilirim: şunun şurasında üç beş kişiyiz, birbirimizi biliriz. Bugün bana yarın sana.
Hesap bu hesap. Aslında edebiyat ya da polisiye roman dünyasını çok detaylı izlemiyorum ama herkesin çok iyi niyetli olduğunun farkındayım. Olumsuz bir eleştiriyle bu zamana kadar neredeyse karşılaşmadım. Ya çok satır aralarında zekice saklanmış, argo deyimiyle peniz var ya da herkes herkesi çok beğeniyor. Artık kim kimden korkuyorsa ve nedenleri neyse.
Bir sorunun yanıtında bu kadar soru olunca ister istemez siz de otosansür uygulayıp bazı şeyleri es geçiyorsunuz demektir.
Ha! Bu soruyu polisiyeyi kullanarak “toplumsal eleştiride bulunmak” olarak anlıyorsak, o zaman polisiye de bir araçtır. Kullanılmasında bence hiçbir sakınca yoktur. Sanatın her dalıyla toplumsal bazı eleştirilerde bulunabiliriz. Polisiye bundan neden mahrum kalsın?
Üstelik polisiye doğrudan yeraltını, kirli ilişkileri, güç savaşlarını, acımasızlık ve terörü, kısacası ‘suç’u konu edindiği için direkt eleştiri aracıdır. Araç kelimesinin üzerine basa basa söylüyorum. Sonuçta yazarın söylediklerini aktarır.
John Le Carré yazdığı tüm romanlarında İngiliz bürokrasisini, gizli teşkilatı, her şeyden bihaber insanları eleştirir. Graham Greene’in derdi Hristiyanlıkladır, Agatha Christie bile feodalite – burjuvazi çatışmasının arasında tarafını seçmeye çalışır. Daha yakın zamanlara gelirsek, biraz abartacağım ama Stieg Larsson’un Millenium Üçlemesi neredeyse kadına şiddet konusunda bilimsel bir inceleme gibidir. Trevenian ve Leo Malet’nin anarşist çığlıkları, Maj Sjöwall – Per Wahlöö’nün karamsar bakışları, Martin Cruz Smith’in Sovyetler Birliğine çok da antisovyet bir bataklığa düşmeden eleştirileri, yine yakın tarihli Alexander Mc Call Smith’in Bir Numaralı Kadınlar Detekliflik Bürosu’nda inceden dalga geçen dokunuşları bence polisiye eleştirinin en önemli belgeleridir.
Bir de arada kalan yazarlar vardır, John Grisham gibi, Lawrence Block gibi. Hümanist mesajlar verirler. Kitaplarında iyi ve kötü kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmışlardır. Dünyamız güzel, insanlar güzel bu kötülük de nereden çıkıyor gibi şaşkınlıklarını dökerler.
Eleştiriyi tam tersinden anlarsak da; neredeyse faşist bulduğum ve neyse ki geçenlerde kaybettiğimiz Tom Clancy başta olmak üzere, eskilerden Edward Aarons - Michael Avalone dönemi olup Soğuk Savaş yıllarında Başak Yayınevi’nin fazlasıyla bastığı romanlar, yenilerden Dan Brown, Jean Christophe Grangé ve bir çok ismi sayabiliriz. Bu sonuncular devletin ya da devletin hangi sınıfın elinde olduğunu gizlemeye çalışarak olay örgülerini kurarlar. Örgütlü suçun yerine bireysel suçu koyarak, doğuştan kötü insanların destanlarını yazarlar. Soğuk savaş dönemine ve o dönemin polisiyesine hiç girmek istemiyorum ama bu paragrafta adını ilk zikrettiğim Tom Clancy gibi birçok (çoğu Amerikalı) hala savaşı sürdürmeye devam ediyorlar.
10. Polisiye ve toplum-siyaset-gündem arasında sizce bir ilişki var mıdır? Nasıl?
Haliyle.
Polisiyenin en büyük sorunu gerçeklik. Gerçek yaşamda var olmayan entrikaları, cinayetleri, vahşeti, şiddeti, muammayı, bulmacaları gerçekmiş gibi gösterebilmek. Bunun için de yazar tarihsel perspektifleri alabildiğine kullanır. Aynı diğer türler gibi ya da sanatın diğer türleri gibi. Sorun bu gerçekliği yani etrafında olup biten olayları ne miktarda ve ne düzeyde kullanacağı. Kimi kaybolan değerlerin peşinden ağlarken, kimi parlamentodaki bazı olayları çağrıştıran kurgular kullanıyor. Bilimin gelişmesiyle sorgulama ve olay yeri teknikleri kullanımı ve hikayeye hizmeti de değişiyor.
Ayrıca Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin polisiyesi için toplum-siyaset-gündem üçlemesi muazzam bir kaynak. Buyurun, dilediğiniz gibi kullanın, doya doya sömürün. Her Allah’ın günü gündem değişiyor. Şike olaylarıyla ilgili bir kitaba başlayıp kahramanınızı bir futbol kulübüne malzemeci kisvesi altında yollayabilirsiniz. Kahramanınız orada kulüp başkanının bir milletvekili ile konuşmasına tanık olabilir. Milletin vekilinin peşinden koştururken, onun bir işadamı ile para ilişkisini keşfedebilir. Oysaki bürokrasinin en derin köşelerine kadar sızmış bir tarikat bütün telefon konuşmalarını dinleyip kaydetmekte ve günü gelince kullanmayı planlamaktadır. Kahraman elde ettiği delillerle polise gider ama cevap çıkmaz. Çünkü o polisler sürülmüştür.
Abes mi, abuk sabuk mu şimdi bu? İngiltere 20 tane John Le Carré gibi yazar çıkartacak konu bolluğu. Ama bizde sonuna kadar gerçek, sonuna kadar doğru. Bir de yazarın hayal gücünü, kurguyu ekleyin. Sadece ajandasına günlük olayları not etse cilt cilt kitap çıkar. Hani mizahçılar bir zamanlar derledi ya bize bu ülkede malzeme çok diye. Herkese gani gani malzeme var. Belki bir Avrupalıyı ikna etmekte, inandırmakta zorluk çekeriz, “Vallahi billahi” deyip gazeteleri burnuna dayarsak bile kolaylıkla kanmayacaktır.
Zengin parasıyla, fakir karısıyla oynarmış. Biz ‘karısı’nı gündem konuları olarak değiştirirsek daha anlaşılır oluruz. Söyleyeceğim fazla bilindik, hatta söylenmekten banal kaçacak ama ülkeler refaha erdikçe, demokrasi her geçen gün yerleştikçe çözülmesi gereken sorun kalmıyor ortada. Türkiye gibi yoksul, gelişmekte olan, demokrasiyle bir türlü anlaşamamış ülkelerin anlatacağı çok hikayeler var. Yani düşünün bedelli askerlik yapanın mı macerası çoktur, 18 aylığın mı?
11. Polisiye yazmak için örneğin S. S. Van Dine'da olduğu gibi belirli kurallar olması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Kesinlikle kuralların olması gerekir. Ama kurallar da çiğnenmek içindir.
Van Dine, okur detektifle eşit şartlarda olmalıdır diye başlamış kurallarının listesine. Bundan daha doğru ne olabilir? Okurdan ipucu saklamak, okuru yanıltmaya çalışmak, cinayeti ruh çağırma seansında çözmek, kimsenin girip çıkamadığı odada gizli kapı bulmak ve de her şeyden önemlisi katilin uşak olması sıkıcıdır. Ama “Gizli teşkilatların, mafya vb. suç örgütlerinin, detektif romanında yeri olamaz. Bu tür toptan suç merkezleri, tekil bir cinayetin büyüleyici güzelliğini bozacaktır” kuralına katılmam mümkün değil. Sürekli vurguladığım gibi organize suçun artması, kendi ekonomisini yaratması ve diğerlerine dayatması artık yaşamın gerçeğidir. Sanatın içinde ve sanatın türevlerinin içinde olması son derece doğaldır.
Sonra pek anlayamadığım bir kural da: “Romanın konusu aşk olmamalıdır. Sorun, aşık bir çifti nikah memuru karşısına çıkarmak değil; suçluyu hakim karşısına çıkarmaktır.” İbarenin ilk cümlesine katılmasam da ikinci makul geliyor. Ama çok da elzem değil. Aşk ve polisiye el ele pekala birlikte yürüyebilir. Zaten polisiyenin kesin ve keskin formüllerle çizilebilecek sınırları yok. Aslında diğer türler için de geçerli bu. Her romancı kendi bilgi, görgü, kültürü ve birikimi çerçevesinde canının istediğini kullanıyor.
Neler yapılmıyor ki? Mesela Üstat şöyle buyurmuş: “Detektifin kendisi veya resmi soruşturma görevlilerinden herhangi biri, suçlu çıkmamalıdır.” Bence Agatha Christie’nin en iyi birkaç kitabından biri olan Roger Ackroyd Cinayeti yazılmamalıydı o zaman. Bu sorunun başında da dediğim gibi yazar kendi farkını ortaya koymak zorunda. Bir yerde cinslik yapmak zorunda. Yoksa kendisi gibi yazılmış bir kitap dağının altında kalması işten değil. Hal böyle olunca ilk yapılanlardan biri de kurallara saldırmak. Ya keyfi öyle istediği için ya da öykü onu oraya sürüklediği için kuralları yıkmak yazara üzüntü vermiyor. Üstelik bir yenilik yarattığı için alkışlanıyor da.
Van Dine, sonra herkesin kendi kendine bulabileceği birkaç kural daha öneriyor, “Suçlu mantıksal yöntemlerle tespit edilmeli, sehven, şans eseri veya kendiliğinden itiraf sonucu ortaya çıkmamalıdır” veya “Bir detektif romanında bir detektif bulunmalıdır; ve bir detektif detektiflik yapmadığı sürece detektif sayılmaz” ya da “Suçlu, öykünün bir bölümünde yer almış bir kişi çıkmalıdır.” İşte sonuna kadar katıldığım kural da bu: “Detektif romanında bir ceset olması şarttır; ve ceset ne kadar ölü ise o kadar iyidir. Cinayetten daha hafif bir suç yetersiz kalır. 300 sayfa, cinayetten başka bir suç için çok fazladır. Okurun sabrı ve harcadığı enerji ödüllendirilmelidir.” Bence de kesinlikle orman israfı olan uzun destansı romanlar yazılmamalı. Polisiye yazarı tempoyu ayarlamalı, okur kitabı elinden bırakamamalı ve yeterli bir uzunlukta olmalı. 100 sayfa okuyup hala bir şey olmadığını, yazarın kendini hayvan haklarına, çevre sorunlarına kaptırdığını görmemeli. Yine bence, olay birinci sayfada başlamalı, kitap boyunca olaydan başka bir şeye yer vermemeli. Bu sorunun sonunda bu konuya tekrar döneceğim. Şimdi üstattan devam ediyorum:
S. S. Van Dine, geride kalan kurallarında çoktan demode olmuş birkaç öneride bulunuyor: “Detektif romanlarındaki bütün suçların sebebi kişisel olmalıdır. Uluslararası suç ve savaş yöntemleri başka bir türün ilgi alanına girer. Gizli istihbarat örgütü eylemleri mesela” Ya da bıyık altından gülerek “Bir detektif romanında katil, profesyonel bir suçlu çıkmamalıdır. Hırsız ve haydutların işledikleri suçlar, polis teşkilatının alanına girer; zeki amatör detektiflerimizin değil. En cazip katil bir kilise rahibi, veya hayırsever bir bakiredir!” diyor.
Van Dine’ın döneminden kalma kuralların bir çoğunun geçerliliği ortadan zamanla kalktı. Değişti, yenilendi, bazılarıysa olduğu gibi kaldı. Mesela o dönemin romantizmi dahilinde katile de sportmence mücadele etme olanağı tanıyan kural gibi.
Biraz önce değindiğim konu da, polisiye romanlarda sert mesajlar verilmemelidir. Sertten kastım doğrudan, hani televizyonlarda bir zamanlar olurdu, “işte belgeler” zıbank diye bir efektle masaya çarpılırdı. İşte öyle olmamalı. Bir çok kitapta olay örgüsü bir şekilde tatlı tatlı ilerlerken, aniden entrika kesiliyor, sanki kitabın arasına yasal ya da yasadışı bir örgütün bildirisi sokulmuş gibi bir mesajla karşılaşıyorsunuz. Ormanları kesmeyin, yeşili koruyun, doğayı sevin, çevrecilik iyidir. Elbette ama ne yeri ne zamanı. Devam ediyorsunuz Kürt veya etnik başka bir halkın gördüğü mezalim. Yine olay…
Bunun bir ayarı olmalı, mesaj romana yedirilmeli. Bir cinayet olayının ortasında hiç ilgisi yokken yüksek karbondioksit salınımlı arabaların dünyamıza verdiği zarar anlatılmaya başlayınca bence sıkıcı oluyor ama enteresandır satışı da bu sağlıyor. Satış kısmına girmeyip sıyrılmaya çalışıyorum ve bu yazıda bir milyon kere de geçse bahsetmekten sıkılmayacağım adama döneceğim. John Le Carré, Bahçıvan adlı romanında, - hatırlamakta sıkıntı çekiyorum ama Kenya olabilir, bir konsolosluk görevlisini anlatır. Karısı bir yolculuğa çıktığında yanındaki Kenya vatandaşı ile birlikte öldürülmüştür. Pısırık bir adam olan konsolosluk görevlisi karısının katillerini bulmak için yola çıkar. Ve Afrika’yı dev bir vampir gibi sömüren ilaç şirketlerini fark eder. İlaç şirketi, BM, Kenya hükümeti, birçok Avrupa hükümeti, bir sürü politikacı ile içli dışlı olmuştur. Buyurun işte size mesaj. Kitabın bizatihi kendisi bir mesaj. Hem de tuğla gibi ağır mı ağır, sert mi sert bir mesaj.
12. Polisiyenin Türkiye'de 1990'lardan itibaren giderek rağbet gören bir tür olmasını nasıl açıklarsınız?
Aslında Türkiye’de 90’lardan önce 80’lerde çok büyük değişiklik oldu. Organize suç bir anda gelişiverdi. Kaçakçının yerini işini bilen memur ve çek-senet mafyası aldı. Her yerden pıtrak gibi mafya türedi. Değnekçiye arabamızı park etmesi için değil zarar vermemesi için para öder olduk. Gözü yiyen herkes kendi çapında mafya oluverdi.
Eskiden yok muydu? Vardı mutlaka ama dikkatimizi bu kadar çekmiyordu. Daha doğrusu aklımız başka yerdeydi. Başka sorunlarımız vardı.
Sonra kapılar açıldı, Batı, tüm teknolojisi, düşüncesi, felsefesi ve ahlaksızlığıyla girdi. Sanatıyla da girdi. Tanıdığımız birkaç sanatçıdan başka birçok sanatçı olduğunu da gördük. Popüler sanatın doyumsuz keyfine vardık ve biz de üretmeye başladık. Kendi ürettiğimiz bize belki de daha cazip geldi.
Sonra o zamana kadar bildiğimiz polis kavramına bakmakta yarar var. O yıllara kadar polis korkulan, yanına bile yaklaşılamayan, bizden çok farklı bir varlıktı. Bu cümledeki en önemli düşüncem de “bizden çok farklı” olması. Sonra ardı ardına gelen dizilerle bize polisin de bizim gibi insan olduğu, duyguları, korkuları olduğu öğretildi. Toplum olarak farklı bir anlayışa, düşünceye kısacası başka bir boyuta geçiyorduk. Neden polis hakkında da düşüncelerimiz, anlayışımız değişmesin? Edebiyatta da kaba bir realizmden fantastik ve yumuşak bir realizme geçmeye başlamıştık. O zamana kadar romanlarda karakola gidip perişan çıkan vatandaş yerine, olayları çözmeye çalışan, idealist polisi koymaya başladık.
Karakolda polisler aklımızın ermediği cinayetleri çözüyordu. Felsefe konuşuluyordu. Cinayet çözümlerinde tüme varım ya da tümden gelim yöntemleri tartışılıyordu. Ama bu yıllarda -ben kendi adıma konuşayım, pek bir yerli yapıma rastlamadım. Belki de utangaç bir iki eser çıkmıştı da ben bilmiyorum. Ama açılıp saçıldıkça polisiye de önce çevirileriyle, sonra bizzat yerli yapımlarıyla girip kök saldı.
Aslında hala bilmediğim bir şey var: -şu an için konuşuyorum, polisiye bizim tahmin ettiğimiz kadar yaygın mı gerçekten? Biz çok içli dışlıyız diye mi herkes polisiye okuyormuş gibimize geliyor? Hani her zaman okuduğunuz gazeteyi değiştirirsiniz de, o eski gazeteyi kimse almadığı için batacakmış gibi, yeni almaya başladığınız da milyonlar satıyormuş gibi gelir. Şahsen 80’li yıllarda polisiye diye bir şey bilmezdik. Birkaç yabancı tv dizisi ve Agatha Christie’den başka.
Demek isteyip diyemediğim bir türlü gerçekten 90’lardan sonra rağbet gören bir tür oldu mu? Ama sanırım bir furya olmadıysa da rağbet gördü. Şu elinizde tuttuğunuz kitapçık bile önemli bir göstergedir. Birkaç defa bahsettiğim ve bahsetmekten bıkmayacağım, Korkmayınız Mister Sherlock Holmes gibi baba bir ansiklopedinin yayınlanması bile bir şeydir.
Batının yüzlerce yılda aldığı yolu 20 – 25 senede almaya çalıştığımız için biraz bocalıyoruz haliyle.
13. Polisiye, başka roman türleriyle karşılaştırıldığına alt türleri diğerlerine oranla daha çok olan bir tür mü? Neden? Siz kendinizi bu alt türlere yakın hissediyor musunuz?
Keşke bu soruya çok net yanıt verebilsem.
Bence ne ka yazar o ka tür.
Şimdiye kadar düşünmediğim bir konu, birlikte düşünelim: polisiyenin türleri deyince aklıma ilk gelenler, katil kim, thriller, casusluk, hard boiled vs. Şahsen ben kendimi casusluk romanlarına daha yakın hissediyorum. Burada okumaktan bıktığınız ama sanırım birkaç kere daha karşınıza çıkması muhtemel kafa adamlarım, Le Carré, Graham Greene, Len Deighton, Eric Ambler, Frederick Forsyth, Chris Mullin’in çoğunlukla casusluk romanı yazması ilk akla gelen neden olmalı. Kitaplardaki casusların çoğu zaman romantik bir dünyaları var. İdealist insanlar her şeyden önce. Hayatları pahasına mücadele ediyorlar. Başarıları gizli kalıyor. Yakalanırlarsa bir mezar taşları bile olmuyor. Tombul kıçını yumuşak kanepesinden kaldıramayan küçük burjuvalara için birebir.
Asla casus olamayacağımızı biliyoruz. Hiç niyetimiz de yok zaten. Belki de bu yüzden casus romanlarını seviyoruz.
Ama benim yazdıklarım katil kim tarzında. Bunun hikayesini anlatmıştım. Bir şekilde o yola girdim. Ama bir gün casusluk romanı da yazacağım. Tek sorunum gündemin son derece hızlı değişmesi, hangisine elimi atsam ertesi gün yerinde bulamıyorum.
14. Polisiye eserlerde şiddet konusunda ne düşünüyorsunuz?
Romanlarda manasız bir şiddete her zaman karşıyım. Gerçek hayatta şiddete karşıyım.
Ama var ne yapalım.
Amerikan polisiyesini izlediğinizde orada yaşayan 250 milyon insan olduğuna inanamıyorsunuz. O kadar çok seri katil var ki. Ya da en ufak çete hesaplaşmasında New York’un yarısı telef oluyor sanırsınız.
Polisiyecinin hayal gücü satış yapabilmesi için her zaman toplumun önünde gidiyor. Toplumun bazı küçük unsurları ancak polisiyeciyi takip ediyor ama fazla ilerleyemeden polise enseleniyor. Çünkü herkes kendi çöplüğünde cinayet işliyor, suça bulaşıyor. Polis de bu çöplükte yaşadığı için kimin ne olduğunu en azından çoğu defa biliyor. Karşılıklı bir consensus ile yasadışı kişilik ve polis bir şekilde anlaşıp hayatlarını idame ettiriyorlar.
Polisiyeci insanlara korkularından arınmayı satıyor. “Bu cinayetlerin alayı sokakta, Harlem’de oluyor” diyor WASP. Türk ise bunların “hepsi Amerika’da oluyor” diyor. Gerçekten de bir bilmece yaratmak uğruna cinayet işleyen yok. Zekasını polisle yarıştırmak adına cinayetler silsilesi yaratan yok. Çok şükür ki cinayet işlemeyi oyun sanan eblehler yok. Bunlar sadece romanlarda oluyor.
Hiç mi olmuyor? Oluyor elbette. Ted Bundy gibi Amerikan efsaneleri yok mu? Var. Hatta zaman zaman Rusya gibi bir dönemlerin kapalı ülkelerinde sayıları yüze varan cinayet işleyen Dexter’lar olduğuna dair fazla da inandırıcı olmayan dedikodular çıkmıyor mu? Türkiye’de de elbette birkaç olay olmuştur. İlk aklıma gelen bundan 3 – 5 sene evvel iki ahmak yola çıkıp bir yerden bir yere giderken 5 – 6 kişiyi öldürmüşlerdi. Varacakları yere gelmeden polis yakalamıştı onları. Bir de kolici vardı, öldürdüklerini koliye koyup bir yerlere bırakıyordu ki o da kısa zamanda yakalandı. Yani Grangé’nin yazdığı gibi yaşayan insan bedenlerinde tohum – koza yetiştirmek gibi sapıklıklara rastlanmıyor neyse ki.
Her polisiyeci şiddet konusunda çıtayı bir yere koyuyor. Ardılı veya kendisi bir sonraki romanında çıtayı yükseltmek zorunda kalıyor. Bakalım zihinlerde yaratılan şiddet daha nereye kadar gidecek? Ama bu arada unutmayalım ki bir Meksika örneği var ortada. Son birkaç yıldır on binlerce insan öldürüldü orada. Hem de ne şiddetle. Ya da Afrika’da, Ruanda’da yaşananlar. Ya da Türkiye’de Güneydoğu’da yaşananlar, ölünenler…
15. Polisiye her zaman içinde bir suçlu-suç ve araştırma ilişkisini barındırmalı mıdır? Neden?
Evet. Çünkü polisiye budur zaten.
Aslında başımdan geçen şöyle bir olayla başlayabilirim. Evim o zamanlar Şişli Kurtuluş’taydı. Bizim evden birkaç yüz metre uzaklaşınca şimdi adını söylemek istemediğim (bir şey ima ediyor görünmemek için) bazı semtlere varıyorsunuz. O zamanlar çok küçük olan oğlum sokakta oynarken kendisinden daha büyük çocuklar elinden topunu alıp kaçmışlar. Ben de haklarını, sorumluluklarını, toplumdaki yerini bilen, ödediği vergilerin karşılığı almak isteyen idealist küçük burjuva bir vatandaş olarak, oğlumu alıp semt karakoluna götürdüm. Bizi bir komiserin karşısına çıkardılar, durumu anlattım, “sadece oğlumun hakkını nasıl araması gerektiğini öğretmek için buraya getirdim” dedim. Komiser oldukça afalladı, ne diyeceğini bilemedi, bir iki kem küm ettikten sonra: “bizim yapabileceğimiz bir şey yok, ne fail belli ne olay belli…” diyerek, adet yerini bulsun adımızı adresimizi alarak bizi karakoldan kibarca postaladı. Ben şoke olmuştum ama 5 yaşındaki oğlum benden daha olgun ve görmüş geçirmiş bir ifadeyle “boş ver baba” dedi.
Gene kendimi tutamayıp bir çuval yazı yazdım hem de en kişisel tarafından. Aslında bu küçük gasp bile polisiyenin nasıl işlediğini anlatıyor. Yani fail belli olmalı, suç belli olmalı ve de olayı çözecek polis olmalı ortalıkta.
Bir de şu açıdan bakabiliriz; polisin olmadığı ya da eski çağlarda geçen bir olay yazabilirsiniz. Polis olmadan polisiye olabilir mi? Olabiliyor pekala. Lindsey Davis’in Roma İmparatorluğu döneminde geçen polisiye romanları geliyor akla ilk. En azında kitapçılarda polisiye raflarında satılıyor. Tabii hepsinden önce Gülün Adı var. Herkes biliyordur diye Gülün Adı’ndan örnek vermek istiyorum, bir manastırda sanırım orta çağda ardı ardına kuşkulu biçimde ölen keşişler ve bu ölümlerin cinayet olduğundan şüphelenen başka bir keşiş. Eco’nun kitabı bu değil elbette. Altta yatan, bir devrin kapanıp yeni bir devrin başlaması, din ve inanç çatışmaları, yeni – eski çatışması vardı. Eco yer yer bu çatışmaların fonunda bir polisiye olay, zaman zaman da bu polisiyenin fonunda bu çatışmaları dengeli bir şekilde anlatıyordu. Ama suç vardı, suçlu vardı ve araştırma vardı. Suçlu haklı olduğuna inansa bile suçluydu.
Birisi yaşadığı zamana göre ya ihtirasa kapılır, ya paraya ihtiyacı vardır ya da daha fazla güç istiyordur bir suç işler. İnsanlık tarihi boyunca ahlak ve yasalar çok değişikliklere uğramıştır ama “her suç cezalandırılır” mottosu kitlelere her zaman yutturulan yegane hap olmuştur.
Bu yüzden de suçu işleyen aranır taranır ve cezalandırılır.
16. Sizin beğendiğiniz polisiye yazarları kimlerdir? Neden?
Sevdiğim yazarlar çok.
Casusluk yazınının en büyük üstatları John Le Carré ve Graham Greene. Her şeyden önce kendilerini eleştirecek kadar olgun ve sağduyulu oldukları için, benim gibi bürokrasiden, ağır kanlılıktan, aptallıktan nefret ettikleri için. Sonra Lawrence Block’un Bernie Rhodenbarr ve Mendoza’nın Labirentli dizisi, eğlenceli ve zekice oldukları için. Daniel Pennac anlatımın önemini ortaya koyduğu için. Boileau – Narcejac, sinematografik ve gerilimli romanları için. Maj Sjöwall – Per Wahlöö’yü yaşayan karakterler yarattıkları için. Martin Cruz Smith’i sağlamlığı için. Juan Luis Cebrian’ı okuduğum tek kitabı Rus Kızı’ndaki gerçekliği için. Michael Connely’yi entrikaları için. John Grisham’ı; her ne kadar Amerikan adaleti - mahkeme entrikaları yazsa da yaşattığı heyecan için. Erken ölümüyle bizi kendinden mahrum bırakan Stieg Larsson’ı yarattığı sağlam ve gerçek toplumsal altyapısı için. Alistair Mac Lean’ı, Lawrence Sanders’ı, Eric Ambler’ı, Len Deighton’ı yaşattıkları, heyecan dolu saatler için, Jeremiah Healy’yi inanılmaz sürprizleri, Chris Mullin’i politikayla iç içe olması nedeniyle, Trevenian’ı toplumu jiletle tirşe tirşe doğramasından dolayı çok seviyorum. Ayrıca yazarından çok sevdiğim birkaç roman daha var onları da saymak istiyorum: Peter Hoeg’den Smilla ve Karlar, Ken Follett’ın İğne Deliği romanından uyarlanan 1981 yapımı filmi, Lawrence Sanders’ın Mafyanın Sesi gibi. Unuttuklarım da vardır mutlaka ama başlıcaları budur.
Ama beğenmediklerimi de saymak isterim. Mesela Agatha Christie’nin romanlarında cinayeti kimin işlemesi imkansızsa, cinayeti o işlemiştir. Birkaç roman sonra bu yöntemi hemen öğrenirsiniz ve size şaşırtıcı bir şey sunamaz. Herkesin neden bayıldığını bir tülü anlayamadığım Simenon bana korkunç sıkıcı ve kuru gelir. Dashiell Hammett, Raymond Chandler gibi usta isimlerin alkolik ve maço karakterleri kaybetsinler diye her zaman kötü adamları tutarım ama sürpriz olmaz.
Eğer bir gün biri bana polisiye okumak istiyorum, nereden başlayayım diye sorarsa Edgar Allen Poe’yu öneririm ama ben dönüp tekrar okumam. Ruth Rendell’ın hakkını teslim ediyorum ama benim bünyeme uymuyor. Bay Ripley sinemaya uyarlanmış olmasa Patricia Highsmith de aynı. Joseph Conrad’ın Gizli Ajan’ına beş defa başladım ama hiçbir zaman bitiremedim.
Jean Bruce, John Burke, John Dickson Carr, Nick Carter, James Hadley Chase, Peter Cheney, Carter Dickson, Mignon G. Eberhart, Erle Stanley Gardner, William Irish gibi elli sene evvelden kalma üstatları artık tavsiye bile etmem herhalde.
17. Polisiye bir türde eser kaleme alırken uzmanlık gerektiren yardımlar alınmalı mıdır? Neden?
Kesinlikle.
“Kesinlikle” çok iddialı bir yanıt ama bilinmedik sulara yelken açıldığında okura karşı sorumlu olduğunu unutmamalı yazar. Sıradan bir aforizmaya benziyor cümlem ama ne yazık ki doğru.
Okur sayısı yüzbinler ya da birkaç yüz olabilir, yazar yazdığının hesabını vermek zorundadır. Kitabında bomba yapımı için bir formül veriyorsa, evde denediğimizde o bomba patlamalı. Ya entrikasını oralara sokmayacak ya da …
Sonuçta gidip uzmanından yardım alacaktır. Çok uç bir örnek olduğunun farkındayım ama uzmanlık denince akla hemen olay yeri inceleme ya da CSI geliyor. Eğer gerçekten de bunların eğitimini almamışsak, emekli bir polis veya savcı değilsek olay örgümüzü buralardan uzaklaştırıp anladığımız konulardan bahsetmemiz gerekir. Zaten katili herkesten evvel bulup yazarın hatasını yakalayıp suratına çarpmak için eğitim almış bir okurla karşı karşıyasınız. Bir aşk romanı yazdığınızda aşkın kimyasını kimse araştırmaz. Fantastik bir kitapta yarattığınız yaratığın üç gözünün olması abes kaçmaz ama üç haftadır denizde yüzen bir cesetten parmak izi almaya kalktığınızda herkes şarlar. Bir anda kredinizi kaybedersiniz.
Bu yüzden olguları uydurmayıp kendi gerçekliğinize uydurmanız gerekiyor.
18. Polisiye ve çoksatarlık, polisiyenin tanıtımı, reklamı hakkında neler düşünüyorsunuz?
Reklamın kötüsü olmaz diye düşünüyorum.
Yazdıklarınız vasati ya da altında bir kitleye hitap ediyorsa, yayıneviniz de arkanızda duruyorsa, kitabınız Türkiye koşullarında ve benim düşünceme göre çok satacaktır. Yani aslında son derece basit bir reçete var: biraz toplumsal gerçeklik ve gerçekçilik, bolca çevre sorunları, yalandan antikapitalizm, manasız bir nostalji yaşlıların gençleri anlamaması üzerine ihtiyar düşünceler, üzerine sekssiz aşk sosu, kitleler bayılacaktır buna.
Bu benim dahiyane bir buluşum değil. Aksine zaten bulunmuş, uygulanan bir gerçek. Haliyle isim vermeyeceğim ama çok satan bütün kitaplara bakın, polisiye olsun, olmasın hepsi üç aşağı beş yukarı birbirinin aynı. Bir de sağ kesimin çok satarları var, tarihi kitaplar. Neyse ki onları yeterince tanımıyorum.
Reklam her şeyi sattırır mı? Sattırır bence. Neden sattırmasın ki? Yayınevi de zaten ilk baskıyı 100 bin yapıyoruz diye ortaya çıktığında reklam koşulları kendiliğinden yerine gelmiş demektir. O 100 bin satar üzerine on tane daha 100 bin satar. Bunu küçümsediğim düşünülmesin yalnız, tamamen bir beceri olduğunu düşünüyorum. Hatta bir adım daha ileri gidip yazarlığın bu olduğunu, yani kitap yazarak ve yazarın yazdıklarıyla geçinmesi demek olduğunu düşünüyorum.
Ben yazdığım birkaç kitapla hala kitap dünyasının ya da kitap piyasasının oldukça dışındayım. Benim gördüğüm kadarıyla yayınevleri bir yazar kitabının on bin tane satmasındansa on yazarın biner tane satmasını yeğliyor. Hatta 20 yazarın beşer yüz kitabı satarsa çok daha iyi olur. Çünkü bir kitapçıda o yayınevinin kitapları yan yana baya uzun bir raf tutacaktır.
Bunun dışında kitapçılar da yavaşça ortadan kalkarken zincir mağazalar piyasayı ele geçirmeye başladı. Yayınevi yayınladığı kitabı zincir kitapçıya verdikten 2 hafta sonra satılmayanları geri almak zorunda (imiş). Yani kitap yazdınız, bir şekilde yazdığınız kitabın arkasında durup bastırmayı da başardınız, kitabınız iki hafta ne sattı, sattı o kadar. Zincir kitapçı o kitabın yüzüne bir daha bakmıyor. Yayınevi de unutuyor. İnternetten satarsa ne ala.
Yani sıkı bir reklam yapıp iki haftada birkaç yüz tane satmayı başardınız, ondan sonra arkadaşlarınız “ya senin kitaptan hiçbir yerde bulamıyoruz” dediklerinde onlara internetten almayı tavsiye etmek zorundasınız. Artık kitapçılar da yayınevleri de o eski idealist ve kültür misyoneri kimliklerini sıyırıp atmışlar. Birkaç yüz kitap satarlarsa ziyadesiyle kara geçiyorlar. Eh, reklamla rakam bine yaklaşırsa ellerini ovuşturuyorlar.
Yani gene bir dünya laf ama reklamın bir de bu yüzü var.
19. Polisiye diğer türlere göre dizi, sinema vb. sanat dallarına uyarlanmak için daha uygun bir tür müdür? Neden?
Evet uygundur.
Ama edebiyatın diğer alt türleri de uygundur. Muhteşem aşk filmleri vardır. Benim pek de hazzetmediğim şahane bilim – kurgu filmler vardır. Çok iyi fantastik filmler vardır. İki veya daha fazla alt türün birbirine geçtiği filmler de vardır. Mesela nedense sürekli aklıma Avatar geliyor. Hem bilim – kurgu, hem fantastik hem de aşk filmi. İçinde ihanet, aldatma filan olduğundan, itiraflar kol gezdiğinden biraz zorlarsak polisiyeye de uzaktan uzağa göz kırpıyor.
Ama soruyu ters çevirirsek, “sinema polisiye için iyi bir mecra mıdır? Sinema polisiyeyi taşıyabilir mi?” diye, o zaman hemen “evet” derim. Hitchcook’la başlayan polisiye sinema, benim bayıldığım Michael Mann filmi Collateral, Christopher Nolan filmi Insomnia, Brian De Palma’dan Yılan Gözler, Luc Besson’dan Nikita, Polanski’den Chinatown, Alain Delon’lu bir dünya Fransız kara filmi, David Mamet’in en üst düzey entrikası Oyun Evi ve illa ki Wolfgang Petersen’in Ateş Hattında’sı.
Bu filmlerin herhangi bir kitaptan uyarlanıp uyarlanmadığını bilmiyorum ama o kadar güzeldirler ki, yönetenleri o kadar iyidir ki, o kadar iyi bir iş çıkartmıştır ki asla kitapları daha iyi olacakmış gibi gelmez.
20. Polisiye türünün sizce nasıl bir geleceği olacak?
Bekleyip göreceğiz.
Suç ve ceza oldukça, polis ve roman da oldukça, yazar ve okuyucu da oldukça, polisiyenin olmaması diye bir şey yok. Ama değişecektir. Toplumsal dinamikleri takip ettikçe, nasıl bireysel suçlardan örgütlü suçlara yöneldiyse ilerideki günlerde suçun değişimiyle o da kendini duruma uyduracaktır.
Mesela Meksika’da yıllardır uyuşturucu üreticileriyle arkasına Amerika’yı almış polis çarpışıyor. Her iki kesimden on binlerce insan ölüyor. Hem de son derece vahşi bir şekilde. Bir Meksika polisiyesi varsa eğer şu an bunu yazıyordur.
Belki de ileride – biraz da distopik bir öngörüyle, politika olarak çıkmaza gireceğiz. Bu yazılacak, bu okunacak. Biraz da 7. soruda zaten Türkiye’de köklü bir polisiye geleneği olmadığını ama geleceği olduğunu söylemiştim. Şimdi gene aynı şeyi tekrarlıyorum. Hayatın sürekli yenilendiği, gençlerin bile hızına yetişmekte zorluk çektiği bir ülkede yaşıyoruz. Sadece polisiyeye konu olan olayların değil, kavram olarak da polisiyenin değiştiğini göreceğiz. Hatta belki de ondan roman kavramının değiştiğini göreceğiz. Fazla ileri gittiğimi düşünebilirsiniz ama kitap kavramının da değiştiğini göreceğiz.