Polisiye Söyleşiler 5: Suat Duman
İpek Bozkaya ve Said Cangır ile 2013-2014 yılları arasında polisiye yazarlarıyla yaptığımız söyleşiler. Polisiye yazarlarına aynı 20 soruyu sorduk.
1. Siz polisiyeyi nasıl tanımlarsınız?
Polisiyeyi tanımlamak istemem. Bu işime gelmez. Edebiyat eseri yazarın kendine koyduğu sınırların yine yazar tarafından sınanmasıyla ortaya çıkar. Hariçten tanımlar yapıp yazarın etrafını tel örgülerle çevirmenin anlamı yok, eninde sonunda firar edilecek duvarlar örmenin! Muammanın varlığı polisiye için olmazsa olmazdır deniyor. Katılıyorum tabii. ‘Muamma’ gördüğümüz her yapıta polisiyedir demek doğru değil belki ama muammanın olmadığı bir hikâyeyi de polisiye saymak doğru olmaz. O halde ‘muamma’ polisiyenin tayin edici unsurlarından biri diyebilirim. Belki şu da söylenebilir, diğer türlere nispeten polisiye hikâyede suç/suçlu/adalet üçgeni bütün fonu kaplıyor, diğer tüm kişi ve hikâyeler bastırılıyor, küçük detaylara dönüşüyor. Ana karakteriniz, başka özellik ve hikâyeleri ile değil, okurun karşısına koyduğunuz problemi çözme yöntemi ile ve çözebildiği kadar anlam kazanıyor. Bu türden şablonlar polisiyenin sınırını çiziyor. Yine de edebiyattan söz ediyoruz, polisiye sönüp yitmiyor. Kalıpları kıran yaratıcı yazarlar, polisiyeyi türün ve tanımların dışına taşırıyor. Örnekleri çoktur.
2. Neden polisiye türünde eserler kaleme alıyorsunuz?
Enine boyuna düşünülerek alınmış bir karara dayanmıyor polisiye yazmam. Doğrusu türü, polisiyeyi tanımam ve sevmem de yazmaya başladıktan sonradır. Vaktiyle Agatha Christie’leri okumuş pek eğlenmiştim. Yine, polisiyenin dinamiklerinden sonuna kadar yararlanan bazı çizgi romanları zevkle okuduğumu anımsıyorum, yıllar içinde önce Tenten, sonrasında Dylan Dog ve diğerleri. Zaman zaman yeniden okurum, çizimlerinin eşsizliği de etkilidir şüphesiz ama polisiye hikâyenin tüm bileşenlerini nefis bir serüven duygusu ile zekice kurgulanmış hikâyelerine yedirdikleri de muhakkak. Konuya dönersek, okumayı en sevdiğim tür polisiye değil hayır, bu türde yazmamı buna bağlamayacağım itiraf edeyim. Yapıtı türüne göre değerlendiremiyorum, bu belki bir çeşit terbiyedir. Metnin türünü görmüyorum ilk olarak, şöyle söyleyeyim Kırmızı Pazartesi’ye polisiye diyebilirim rahatlıkla, yine Büyük Uyku’ya toplumsal gerçekçi demekte pek tereddüt etmem. Diğer taraftan yapıtın türünü tespit etmekle vakit harcamadığımı da söylemem gerek, bir anlamı var mı, emin değilim. Peki, neden polisiye türünde eserler kaleme alıyorum? Aslında bilmiyorum, sorunu -polisiye hikâyenin bel kemiği anlamında ‘sorunu’ kurgularken tam ne olduğunu bilmediğim bir zevk duyuyorum herhalde. Bunun edebiyatla bir ilgisi yok elbette –belki de vardır! Yakından bildiğimiz, çoğumuzun en az bir kez yüzleştiği ve yasaların suç olduğunu öne sürdüğü fiillerin çevresinde alelade insanlar görüyorum, o insanların şiddet karşısında nasıl bir ruh haline bürünebileceklerini hayal ediyorum. Sinen, mağduriyetini hayatının merkezine oturtan, maruz kaldığı şiddetle birlikte hayatı her anlamda biten ya da tersine, onu bir basamak, zıvanadan çıkmak, o güne dek taşıdığı tüm değerlerden soyunmak için bir fırsat gibi gören insanlar. Sanırım failin değil, mağdurun ya da haklının –adaletin sınırlarını merak ediyorum asıl olarak. Bir de tabii daha bebekken damarına politika zerk edilmiş insanlarız çoğumuz, toplum olarak öyleyiz. Ve ne yazık ki bizim buralarda politika polisiyenin ana konusudur. Hatta iddialı konuşayım, Türkiye’de isteseniz de politik olmayan polisiye yazamazsınız. Belki ben de bu tuzağa düşmüşümdür, yazdıklarımın politik polisiye alt başlığına alındığını gördükçe buna daha çok inanıyorum.
3. Karakterlerinizi nasıl yaratıyorsunuz?
Henüz iki kitap yayınlamış ve her iki kitabında da aynı karakteri anlatmış bir yazar olarak ne diyebilirim ki! Mehmet Cemil ve diğerleri. Polisiyenin yazılmamış bir kuralı ile kitaplarımı yazarken yüzleştim –yoksa S.S Van Dine yazmış mıydı, her neyse. Polisiye akışkan bir tür değil, başka türlerin, diyelim fantastiğin, bilim kurgunun, korkunun sınırlarını öyle kolay kolay aşındıramıyorsunuz. İnandırıcı olmakla ilgili sert bir kaide var, sırf muammayı korumak adına okura yalan söyleyemezsiniz, problemi metafiziğe havale edemezsiniz, işaretlerini vermediğiniz sürpriz bir final yazamazsınız vb. Hal böyle olunca karakterleriniz de inandırıcı olmalı. Ben tanıdığım insanları başlangıç noktası olarak almayı seviyorum, tanıdığım insanlara onlarla hiç ilgisi olmayan özellikler giydirmeyi, bir oyun gibi. Anlatacağınız hikâyenin şekillenmeye başladığı anda o hikâyeyi sırtlayacak karakterler de belirginleşmeye başlıyor esasında. Değilse bir tipi alıp ona sıra dışı özellikler yazmakla karakter oluşturmuş olmuyorsunuz. Örneğin Müruruzaman Cinayetleri'nde oğlunun katillerinin hak ettikleri cezayı çekmelerini sabırla bekleyen ‘anne’ karakterini düşünürken tanıdığım, bildiğim tek bir insanı, tek bir anneyi değil, tanıdığım bütün iyi, vicdan sahibi, canı yanmış, kalbi kırılmış tüm insanların yüzünü gördüğümü, sesini duyduğumu hissettim. Yaraları sarılmamış, acıları dindirilmemiş bir toplumuz ne yazık ki. Diğer taraftan, kişisel deneyimleriniz de siz farkına bile varmadan hikâyeye, yarattığınız mekâna, atmosfere ve haliyle karakterlerinize sızıyor. Bu anlamda her karakterde yazarının belirgin izleri vardır diyebilirim.
4. Eserlerinizde suç nasıl bir yere sahip?
Suç her iki romanımda da kişilerin nedensiz şiddetlerinden değil kuralların boğduğu, sistemin ezdiği, toplumun köşeye sıkıştırdığı kişilerden, yapılardan çıkıyor, sermayenin rengine bürünüyordu. Özellikle tercih ettiğimden ya da hikâyeyi bile isteye oralarda kurmak istediğimden değil, Türkiye’de suç dediğimiz şeyin siyasetin kanıksanmış bileşeni olmasından kaynaklanıyordu. Romanlarımda suç, faillerinin kimlikleri ve kişi ve kurumlarla kurdukları özel ya da resmi her türden ilişkileri üzerinden siyasetin karanlık yanlarını aydınlatmak adına bir fırsat olarak resmedilmiştir. Fakat dediğim gibi meselenin bu yönüne kafayı taktığımdan değil, bir şekilde tarih, siyaset, felsefe okuyan herkesin gözünün ister istemez buralara takılmasındandır. Yarın devleti tasfiye edip, mülkiyet ilişkilerini tersyüz etsek bugünkü suç tiplerinin tamamına yakını tarihe karışır… Bu bir yönü. Diğer yönüyse, bunun ne kadarı romanlarıma yansımıştır bilemiyorum, suç ile suçluyu ayrı ayrı algılamaya çalışırım. Kişi hukukun tanımlayıp yaptırıma bağladığı fiile yönelene kadar adıyla sanıyla anılan biriyken, o müstesna ân gelip geçtiğinde, hukuk kendisiyle özel olarak ilgilenmeye başladığında artık yasanın işaret ettiği kişiye, suçluya dönüşüyor. Hukuk bunu soyut ve genel olmakla izah ediyor –kadim hukukun övünç ifadesi! Koşullar, kişisel özellikler, psikoloji birer istisnaya, hafifletici sebebe filan dönüşüyor ama öz aynı kalıyor: baştan uyarmıştım! Baştan yapılan uyarı şudur, kim olursan ol, birini öldürürsen katilsin, diğer sıfatlarını bir kalemde siler atarım. Yasalar ve uygulayıcılar ne yaparsa yapsın, katil de maktul de bir ananın evladı, bir toplumun kurbanı, bir devletin esiridir, ben romanlarımda bu gerçeği unutmamaya özel olarak gayret gösteriyorum.
5. Polisiye ve dil arasında nasıl bir ilişki var sizce?
Kaynağını her ne kadar toplumun, bireyin çürüyen noktalarından, yıkıma uğramış değer ve ilişkilerinden alsa da polisiye kendisine hep izole bir dünya kurar ve hikâyesini orada anlatır. Suçu oluşturan sosyal koşullarda, kişinin suça yönelmesinde, fiilin nitelemesinde, muammanın çözümünde anlatılanın dışında hiçbir dinamik yokmuş gibi görünür. Katili anlamak değildir çünkü dedektifin işi, onu yakalamaktır. Bunun tarihsel bir değeri ve karşılığı var elbette. Mandel, malum enine boyuna incelemişti bu meseleyi. Bilimin batıl düşünceye, aklın inanca zaferini, yirminci yüzyıl modernleşmesini haber ediyor polisiye, hem de oradan yükseliyor. Burjuvazinin nispeten atak ve yaratıcı döneminde polisiyenin oynadığı bu ilerici rol, bugün sistemin içinden yazan yazarların elinde kendi zıddına evirilmiş gibi geliyor bana. Vaktiyle burjuvazinin kılıcına dönüşen müthiş dedektifler gerici, muhafazakâr düşüncenin holiganlarını tarumar ederken bugün sihirden, mistisizmden, dinsel ritüellerden medet umuyorlar. Gelecek perspektifi olan, yeni farklı bir dünya olasılığını duyuran hikâyeleri, haydutla beraber onu yaratan hurafeyi de, çürümeye yüz tutmuş mekanizmayı da tepeleyen dedektifleri daha çok soldan bakan yazarlar yaratabiliyor. Dile gelince, sanılanın aksine en politik tür olan polisiyenin dille ilişkisi buralarda sorgulanabilir kanımca. Erkek bir dil olduğu söylenecektir, şiddetin içselleştirildiği bir yapısı olduğundan, edebi açıdan düz, tek anlamlı ve fazlasıyla açıklayıcı olduğundan dem vurulacaktır. Tüm bunlara katılmakla beraber ideolojik karakteri ihmal edilirse polisiyeye hâkim olan dil ıskalanmış olur, bu kadar söyleyeyim…
6. Polisiye ve şehir arasında bir ilişki var mı? Eğer varsa bu ilişki nasıl bir ilişki?
Polisiye ve mekân arasında bir ilişki var. Şehirden hiç bahsetmeden de hikâyenizi anlatabilirsiniz. Bütün hikâye bir odanın içinde geçebilir. Alfred Hitchcock’un muhtelif filmlerini ve bu arada özellikle ‘İp’i anımsayalım isterim. Poe’nun Morg Sokağı Cinayeti’nden beri şehrin hikayenin atmosferini belirlemede oynadığı rol ortada. Dinmek bilmez yağmurun geceler boyu ıslattığı caddeler, tesisatından ürkütücü sesler gelen binalar, limana yanaşan tekinsiz gemiler… Sistemin arızalarından bahseden bir türün sistemin en büyük övünç kaynağından, binalardan, cadde ve bulvarlardan bahsetmemesi, şehri kullanmaması düşünülemez. Bana sorarsanız en iyi aydınlatılmış caddelerinde, en yüksek binalarında, lüks konutlarında, boğaz manzaralı, ultra güvenlikli konaklarında işleniyor hikâyenin en pis cinayetleri. Fakat dönüp dolaşıp karanlık ara sokakları, izbe meyhaneleri, bakımsız parkları, kenar mahalleleri, gecekonduları filan anlatıp duruyoruz. Suçu buralarda arıyoruz, bulduğumuzsa çoğu kez bir tavşan gibi köşeye sıkışmış, güçsüz pençesini sağa sola savuran mağdur-suçlular. Şehrin polisiyeyi tamamlayan bir yanı var, modern şehrin tarihi ile polisiyenin doğum tarihinin çakıştığı bile öne sürülebilir. Bilimkurguyla harmanlanmış deneysel örnekleri bir yana koyarsak polisiye hikâyeler hemen hiç kırsalda kurgulanmaz. Polisiye hikâyenin üzerine yüksek binaların gölgesi düşmelidir, karmaşık ilişkilerin yıldırıcılığı polisiyeyi beslemelidir. Şehir pistir, polisiye bu yüzden şehre muhtaçtır.
7. Türkiye'de polisiyenin köklü bir geçmiş var mı?
Türün geçmişi dünyada da öyle çok eskilere dayanmıyor esasında. İşte Poe’nun yazdıklarıyla ilgi uyandıran, Conan Doyle’un Holmes’ü ile iyice görünür olan bir tür. Türkiye’de yazılan ilk örnekler de bunların ardından gelmeye başlıyor. Bu kadarını tabii, kaynaklardan okuyorduk yakın zamana dek. Labirent Yayınları’nı ve bu arada türe olan sevgisi, dehşet bilgisi ile yarışan Hüseyin Çukur’u anmadan geçmemek gerekir. Sayelerinde Osmanlı Polisiyesi bir efsane olmaktan çıktı, kitaplar özenli bir çalışmayla okura ulaştırıldı. Büyük emek, teşekkür borçluyuz. Konuya dönersek, tarihe baktığımızda bunu görüyorum, çok geç kalmadan, neredeyse aynı zamanda eserler verilmiş. Fakat konuya yoğunluk, çeşitlilik açısından baktığımda, doksanlı yıllara dek Türkiye polisiyesinden söz etmek kolay değil. Dolayısıyla köklü bir geçmişi vardır diyemeyeceğim, olsa olsa bir geçmişi vardır diyebiliriz. Bugün bile bir ülke polisiyesinden, Türkiye polisiyesi karakteristiğinden bahsetmek kolay değil. Bir iki yazar dışında, eser veren çoğu yazarın adı bile okurun belleğinde yer etmiş değil henüz.
8. Polisiyeyi diğer roman türlerinden ayırıcı özellikleri sizce nelerdir?
Yukarıdaki soruları yanıtlamaya çalışırken bu soruyu da parça parça yanıtlamış sayılırım esasında. Edebiyat söz konusu olduğunda bizzat yazının kendisinin bir serüveni vardır. Anlatılan serüven, yazının serüveninin gölgesidir diyelim. Polisiye edebiyat, bu arada sadece roman değil, Holmes’ünkiler gibi nefis kısa öyküler de, anlatılana, görünür olan serüvene daha çok önem verir. Yapıt çoğu kez ve büyük ölçüde o serüven için yazılmıştır ve olup biten anlatılan kadardır, daha fazlası değil. Polisiyeyi “diğer” roman türlerinden ayıran budur sanırım. Okura ilk ulaşan o serüven, bütün o kaçma kovalamaca, gerilim, esrarın perde perde aydınlanması okur için ve açıkçası yazar için de yeterliyse de, Holmes’de olduğu gibi söz gelimi Markaris’de de meselenin bir de tarihsel hesaplaşma anı vardır. O noktada, birincide burjuvazi, müthiş dedektifi sayesinde akıl çağının zaferini ilan ederken ikincide katilin kodese tıkılmasıyla beraber topyekûn polis devleti halkçı dedektif tarafından yargılanır ve mahkûm edilir. İyi yazarların meziyetidir bu elbette, yazdıklarından daha fazlasını söylerler, heyecandan daha fazlasını vadederler. Yine de kendi adıma polisiyeyi bu rahat, çocuksu yönü için sevdiğimi fark ediyorum, serüven aşkına kitap yazmak, bundan daha güzel nasıl bir nedene gereksinim duyacağız ki?
9. Polisiye ve eleştirisi konusunda neler söylersiniz?
Doğrusu yurtdışında neler olup bittiğine dair bir fikrim yok. Buralardaysa kestirmeden söylersem edebiyat eleştirisi ne durumdaysa polisiye eleştirisi de aynı durumda. Fakat derinden derine dünyada yazılanları çok iyi takip eden, bizim edebiyatımızda da kuş uçurtmayan birkaç isim var ki, polisiyenin okunmasında ve yazılmasında önemli işlevler üstlenmiş durumdalar. Tür üzerine düşünen ve yazan Erol Üyepazarcı bir şans, hakkını verelim. Ömer Türkeş, Türkçe yazılmış hiçbir eseri es geçmeyen, yapıcı olmaya özen gösteren, okura olduğu kadar ısınma turları atan yazar adaylarına da yol gösteren bir üslubu var, çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yine Sevin Okyay yıllardır hemen her mecrada polisiye edebiyat için emek harcıyor. İşin bir de akademik yönü var ki sanıyorum aksayan tarafımız budur. Karşılaştırmalı okumalara, oylumlu incelemelere pek rastlamıyoruz. Ama işte başta dediğim gibi, edebiyat eleştirisi ne durumdaysa polisiye eleştirisi de aynı durumda. Zengin bir mecra oysa, hayatı, günlük oluşları çok hızlı ve içerden yakalayan bir tür polisiye. Yurt ve dünya meselelerinin gerçeğe yakın yansımalarını veren, hemen her türden tipin cirit attığı –travestiden hırsıza, iş adamından politikacıya, ev kadınından profesöre, tinerci çocuklardan devrimci gençlere piramidin zirvelerinden kuytularına hızlı geçişlerin olduğu adeta bir veri tabanı! Polisiye eleştirinin, polisiye edebiyatın okunurluğu arttıkça çoğalacağını, boyutlanacağını düşünüyorum, umuyorum.
10. POLİSİYE VE TOPLUM-SİYASET-GÜNDEM ARASINDA SİZCE BİR İLİŞKİ VAR MIDIR? NASIL?
Bunlar, toplum siyaset gündem, aynı anlama gelmekle, eserin kaynaklarıdır, ne dersek diyelim. Kimse, hiçbir yazar kendisini içinde yaşadığı toplumla, onun kurallarıyla, maruz kaldığı siyasi iklimle ve nefessiz bırakan kirli bir gündemle iç içe bir hikâye kurmaya zorlanamaz. Bense bir zorunluluktan değilse de polisiyenin, bizim polisiyemizin buralarda, çoğu kez masum, günü kurtarmanın derdinde olan sıradan insanın ya da ölümü göze almış, kelle koltukta aydınlanma mücadelesi veren aydınların gladyoyla, ateşle yüzleştiği yerde yazılabileceğini düşünüyorum. Okumayı çok sevsem de izole bir malikânede, yemekli bir toplantıda bir bir ölmeye başlayan seçkin misafirlerin ne dertlerine ortak olabiliyorum ne kinlerini paylaşabiliyorum. Poiret'ya selam olsun, fakat ben malikâneleri zarif sahipleri için temizlemekten yana değilim –malikâneleri sevmem. Eninde sonunda her cinayetin menşei malikânedir dersem çok mu iddialı olur?
11. Polisiye yazmak için örneğin S. S. Van Dine'da olduğu gibi belirli kurallar olması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Kural koymanın gerekli olduğunu değil de zevkli olduğunu düşünüyorum. Tabii ilan edilmiş, yasalaşmış kurallardan söz etmiyorum. Hatta her yazar mümkünse kendi kendine sınırlar koysun ve bu sınır ve kuralları kendine saklasın. Her yeni yapıt öncesinde yazarın kendisine yeni düsturlar belirlemesini kastediyorum. İşe yarayabilir. S.S. Van Dine, polisiye bu kurallara göre yazılır, demiyor zaten, polisiye metinlere bakıp, ortak noktaları saptıyor. Bu ortak noktalar gözetilerek iyi kitaplar yazılabilir. Benim görüşüm, bu kuralların tamamını ihlal edip yine de iyi bir polisiye yazılabileceği yönünde. Nihayetinde polisiyeyle diğer türlerin arasına belirgin çizgiler çekmenin ne yararı var? Polisiye, dedektif ile katilin kaçma kovalamaca hikâyesinden başka bir şey olmalı, okur polisiye okurken katilin kimliğinden daha fazlasını merak etmeli.
12. Polisiyenin Türkiye'de 1990'lardan itibaren giderek rağbet gören bir tür olmasını nasıl açıklarsınız?
Türkiye’de türlere ayrılmış bir sanat anlayışı yoktu, en azından 12 Eylül darbesi o güne dek bildiğimiz her şeyi ters yüz edene dek. Yapıtın türüne göre kategorize edilmesini bu tarihten sonra daha net görüyorum. Öncesinde türüne göre değil en fazla dâhil olduğu edebi akıma bakıp değerlendiriliyordu. Polisiye bir hikâye anlatsa bile önceliği bu tarafına verilmiyordu. 80’le beraber işler değişti, kitabın estetik ve politik değeri önemsizleşti, ait olduğu türün gereklerini ne ölçüde yerine getirdiğine bakılır oldu. Türler alttürlere bölündü vb. Sinemada daha net gözlenebilse de edebiyatta da durum aşağı yukarı böyle. Darbenin Türkiye’nin dünyaya açılmasına yaradığını öne sürer liberaller. Esasında darbe Türkiye’yi emperyalizmin sofrasına sunmaktan başka bir iş görmemiştir. Kültür ve sanat ortamımız da payına düşeni almıştır, hepsi bu. Herhalde sistem şöyle akıl yürütmüştür: Polisiye popüler bir tür. Kolay okunur, edebi denemelerden uzak ve akıcıdır. Karakter ve mekânları, hatta çoğu kez hikâyeleri bile başka kitap ve filmlerden tanıdıktır. Otobüste okuyabilirsiniz, günlerce geri dönmeseniz bile kaldığınız yerden rahatlıkla devam edebilirsiniz. Sonuç olarak kendinizi güvende hissedersiniz. Çalışan orta sınıf için daha ideal bir tür olamaz! Eh, haksız bir değerlendirme sayılmaz. Fakat birçok ülkede ve bu arada Türkiye’de sisteme kafa tutan, muhalif kimliğini hikâyelerine yansıtan, sistemin açıklarını deşifre eden yazarlar da çıktı. Sonuç olarak hayat artık daha hızlı, çalışanların kendilerine ayırdıkları nitelikli zaman daha az. Polisiye bu şartlarda popüler oldu ve sanırım bu daha başlangıç!
13. Polisiye, başka roman türleriyle karşılaştırıldığına alt türleri diğerlerine oranla daha çok olan bir tür mü? Neden? Siz kendinizi bu alt türlere yakın hissediyor musunuz?
Aslında şu konuda ısrarlıyım, tür sınıflamasını kabul etmeyen bir sanat anlayışı her şeye rağmen ağırlığını koruyor burada. Amerika dışında bu tür meselesini getirip başköşeye oturtmuş fazla ülke yok. Türkiye’de roman dediğimizde, aklımıza gelen ilk soru “türü ne?” olmuyor hâlâ. Polisiye alttür zengini bir tür, evet. Fakat bizde yoğunlaşma oralarda değil henüz. Sert polis hikayesi mi, prosedür polisiyesi mi, kara polisiye mi, salon polisiyesi mi, kapalı oda esrarı mı derken hemen hiçbir biçimi buralarda yaratılmamış bir takım şablonların peşine düşmüş buluyoruz kendimizi. Bundan hoşlanmıyorum. Türkiye için daha sınırlı bir ayrım yapılabilir görünüyor şimdilik, politik polisiye – popüler polisiye! Verilen ürünlerin çoğunu bu ayrımla belli bir yere oturtabiliriz kanaatindeyim. Politik polisiye dediğimde konusunu siyasetten seçmesi kadar, tavır ve yaklaşım olarak da politik bir hattı gözeten romanları kastediyorum. Ahmet Ümit’in bazı romanları da daha az bilinen örneklerin yanında hatıra gelecektir. Popüler polisiye dediğimde ise apolitik bir edebiyattan söz etmiyorum, yanlış anlaşılmasın. Belki satış belki formül gereği politikadan uzak durmaya çabalayan metinlerden bahsediyorum.
14. Polisiye eserlerde şiddet konusunda ne düşünüyorsunuz?
Vaktiyle bütünüyle akıl yürütmeye, iz sürmeye dayalı iken zaman içerisinde polisiye şiddetin kol gezdiği bir türe dönüştü, doğru. Zekâsından çok yumruklarını konuşturan Mike Hammer gibi dedektifler bu alandaki temeli oluştursalar da, günümüz polisiyelerindeki şiddetin bütün sorumluluğunu oralarda aramak acımasızlık olur: bütün meziyeti yumruk dövüşü olan hırpani adamlar sonuçta! Bugünden bakınca masum bile denebilir. Fakat bir değişime işaret ediyorlardı, savaş yüzyılında doğdular, muhafazakârlığın beşiğinde yazıldılar. Şimdiyse durum daha karmaşık. Televizyon ve internetten saniyeler içinde erişilen ölçüsüz veri, günlük hayattan her mecrada karşımıza dikilen vahşet görüntüleri… Gün geçtikçe biraz daha aşınan şiddet eşiği… Daha azını eski, ilkel ve yetersiz bulan, yaratıcısını korkaklıkla suçlamakta tereddüt etmeyen bir okur ve seyirci türü oluştu. Artık dedektifler ya da suçlular yumruk ve silahlarını kullanmıyor. İşkencesiz cinayet işleyen seri katil tipi yazılmaz oldu, öfkesini kontrol edemeyip suçluya bir iki yumruk atan dedektiften şüpheliyi bir odaya kapatıp derisini yüzerek adaleti sağlamaya kalkışan polislere terfi ettik. Yargı sistemlerindeki ölçüsüz tıkanmayı işaret ediyor bir yönüyle bu. Yıllar süren yargılamalar, adil olmaktan uzak kararlar, siyasi erkin müdahil olduğu faili tespit edilemeyen davalar yalnızca romanlarda değil gerçekte de insanlarda kendi adaletlerini gerçekleştirmesi gerektiği düşüncesini uyandırıyor. Bir yönü de dediğim gibi, şiddeti körükleyen sistem ektiğini biçiyor. Tek tek tüm insanlığın akıl sağlığını tehdit eden bir sistem bu. Televizyonlar insan ciğeri yerken kameraya göz kırpan insanların görüntülerini yayınlıyor, romanlarda bununla yarışabilecek bir şiddete rastladınız mı siz?
15. Polisiye her zaman içinde bir suçlu-suç ve araştırma ilişkisini barındırmalı mıdır? Neden?
Polisiye öncelikle bir muamma barındırmalıdır. Bu muammanın suçla tanımlanması ve bir araştırma sürecini hikâyelemesi bana kalırsa kaçınılmaz. Net bir sonuca varmayabilir, ucu açık bitebilir. Burada sorun görmüyorum. Bu unsurları barındırması her hikâyeyi polisiye yapmayabilir ama başta da dediğim gibi bunların olmadığı bir metne polisiye demek de doğru olmaz.
16. Sizin beğendiğiniz polisiye yazarları kimlerdir? Neden?
Raymond Chandler ve Dashiel Hammett polisiyede sevdiğim bir iş yaptılar. Onu elde kalem, alt alta yazılan ipuçlarının birleştirilmesine indirgeyen anlayıştan uzaklaştırdılar. Yarattıkları dedektif tiplerinde nefes alıp veren gerçek insanlardan yararlandılar. Karakterlerinin yanılmalarına, hırpalanmalarına ses çıkarmadılar. Bu nedenle bu iki yazarı öncü kabul ediyorum. Chandler’in Büyük Uyku romanı polisiye kitaplığımın nadidelerindendir. Leo Malet benzer bir yönelimi Fransa’da inşa etti. Hayatından izler taşıyan köşeye sıkışmış karakterleri, yine o karakterlerin gördüğü biçimiyle, berbat, harap ve haram bir Fransa fonuna yerleştirdi. Bir rüyaşehri o şehrin izbelerinde her sabah kâbusa uyanan insanların hastalıktan sararmış gözleriyle resmetti. Kara Üçleme’si en sevdiğim kitaplardandır. Bir diğer Fransız Daniel Pennac’ı da çağdaşları arasında ayrı bir yere koyuyorum. Özellikle Gulyabaniler Cenneti çok iyi bir romandır. Karakter zenginliği, polisiyenin çoklukla ihmal ettiği ortalama bir kentlinin gündelik sorunlarını işlemesi, çocuk tiplerinin çok başarılı bir şekilde yazılmış olması bu kitabı öne çıkarıyor diyebilirim. Yunan yazar, Büyükada doğumlu olmasını ayrıca gurur sebebi saydığım Petros Markaris’i de belirtmem gerekir. Politik polisiyenin yaşayan efsanesidir, her romanı ayrı bir ustalık ürünüdür. Bizden Celil Oker’in bütün kitaplarıyla saygıyı hak ettiğini düşünüyorum. Polisiyenin kadim zamanlarını edebiyatında yeniden kuruyor ve bunu bizden bir dille işliyor. Kuşkusuz başka çok iyi yazarlar da var, bir kaçını sayabildim yalnızca…
17. Polisiye bir türde eser kaleme alırken uzmanlık gerektiren yardımlar alınmalı mıdır? Neden?
Polisiye yazarlarının uzman yardımına başvurduğunu biliyoruz. Saklanmıyor da. Diğer taraftan özellikle yabancı yazarlarda görüyorum, belli bir formasyona sahipler ve bundan hemen bütün eserlerinde derinine yararlanıyorlar. Tıp eğitimi görmüş yazarların eserlerinde bu eğitimden ciddi şekilde faydalandıkları belli oluyor. Ya da polislikten ayrılmış olanlar vb. Bunların dışında bir de hikâyenin dayattığı kimi ayrıntılar yazarı araştırma yapmaya, uzmanlarla birlikte çalışmaya itebiliyor. Gelinen aşamada okur daha çok ayrıntı, ulaşmak için zaman ayırmadığı, başka hiçbir biçimde ilgilenmeyeceği konularda da yazarından bilgi bekliyor. Bu alan daraldıkça daraldı üstelik, her şeyin gösterilmesini isteyen bir okur ve kendini buna mecbur hisseden bir yazar tipi oluştu. Kendi adıma sadece yazmak için değil, okumayı ve öğrenmeyi insanın en büyük besini sayıyorum. Bu açıdan sorun yok. Fakat kitabını ansiklopedik (ansiklopedi yerine google demenin zamanı geldi mi yoksa?) bilgiyle doldurmanın gereğine kesinlikle inanmıyorum. Tür ayırdetmeksizin söyleyebilirim, roman bilgiyle yazılmaz. O zamanlar tersi doğru buydu bunun, 19. Yüzyıldan bahsediyorum. Okurun yazardan bilgi beklediği dönemlerden. Yazar yalnızca bir edebiyat insanı değildi o zamanlar, filozof ve bilgindi de. Haliyle dünyanın erişilemez yerlerinden haberler taşıması, bilimsel gelişmeleri hikâyesine yedirmesi, üstüne bir de erdem, ahlak, iyilik üzerine enine boyuna tartışmaya girmesi gerekiyordu. İşaret parmağınızın hızına bağlı olarak bilgiye ulaşmanın saniyelerle ölçüldüğü bugün yazardan beklenecek tek şey iyi edebiyattır bana kalırsa. Kurt okur kandırılamaz, bilmediği konuları yazan yazar açığa düşer bugün. Fakat bilgi edebiyatı besler olsa olsa, edebiyatın amacı değildir.
18. Polisiye ve çoksatarlık, polisiyenin tanıtımı, reklamı hakkında neler düşünüyorsunuz?
Kolay okunur olması ve çoğunlukla okur merkezli yazılması polisiyenin çoksatar olmasını sağlıyor. En azından diğer türlere göre bu konuda daha şanslı. Çoksatarlığın bir formülü yok aslına bakılırsa. Türe dahil edilen her kitap çok satacak diye bir kural yok. Satış rakamları da bunu gösteriyor zaten. Bir çeşit yıldız sistemi edebiyat ortamımıza hâkim bugün. Yapıt değil, yazar satıyor, buna başka bir isim verilmeli, yapıtı değil yazarı niteleyen yeni bir adlandırma yapılmalı. Polisiyenin tanıtımı nispeten daha kolay görünür bana. Okur daha hazırdır polisiyeyi alıp kabul etmeye, görünür olması daha kolaydır diğer türlere göre. Reklam, tanıtım yönünden belki de en az sorunla karşılaşacak tür olduğunu söyleyebilirim polisiyenin.
19. Polisiye diğer türlere göre dizi, sinema vb. sanat dallarına uyarlanmak için daha uygun bir tür müdür? Neden?
En azından daha iyi sonuç verdiğini söyleyebilirim. Genel olarak uyarlama riskli bir iştir. Edebiyatın ve sinemanın kodları çok farklı çünkü. Romanın yaklaşık beş yüz yıllık bir mirasla yazıladurduğunu düşünelim, diğer yanda bütün teknik ve fikri birikimini yüzyılda koşar adım biriktirmiş sinema. Yolları kesişecek elbette. Fakat “büyük” edebiyatın sinema uyarlamalarında beklentiyi düşük tutmakta fayda var. Suç ve Ceza yeniden yazılamayacağı gibi sinemada da yeniden, aynı etkiyle yaratılamaz. Dostoyevski öldü, kabullensek iyi olur. Büyüklükleri ölçülemeyen bu türden tüm yazar ve yapıtlar için böyle düşünüyorum. Polisiye yazarları ve polisiye yapıtlar sinema uyarlaması bakımından daha şanslılar diyebilirim bu açıdan. Müthiş romanlar yazıldığını, yalnızca Poe’nun yazdıklarının bile dünya edebiyatını sonsuza dek ayakta tutmaya yeteceğini düşünsem de polisiye roman ve hikâyeler “diğer” edebiyata nispetle sinemada karşılığını bulmakta fazla zorlanmıyor. Bu onun hafif bir tür olmasından kaynaklanmıyor, kestirmeden söylersem aynı mahallenin çocukları ve aynı yaştalar, kolay anlaşmalarından daha doğal ne olabilir! Çoğunlukla edebiyat sinemayı, hikâye, tarz, deneysellik yönünden besler ve etkilerken, polisiyede bir istisna olduğunu düşünüyorum. Polisiye söz konusu olduğunda sinema da edebiyatı etkiliyor, yol açıyor. Sinemanın kısa sürede ve hızla tüketilmesi gibi polisiye de okurunu fazla zorlamayan ve her türden esnek okumaya olanak veren bir tür. Okur ile seyircinin yollarının kesiştiği özel bir tür. Belki bir benzerinin fantastik edebiyat/sinemada olduğunu söyleyebilirim.
20. Polisiye türünün sizce nasıl bir geleceği olacak?
Polisiyenin bir geleceği olacak mı? Sanırım başa döneceğiz. İnsanın sonsuz kere fişlendiği, parmak izi ne ki, retina kayıtlarının tutulduğu, DNA örneklerinin saklandığı, gen haritalarının elden ele dolaştığı, bütün kişisel tarihinin tek bir numarayla “ilgililerin” önüne serildiği bir dünya artık burası. Üstelik “ilgili” derken öyle dar bir ekipten söz etmiyorum. Süpermarket kasiyerlerinden, muhtelif firmaların müşteri temsilcilerine dek kimlik bilgilerimize vakıf olmayan kaldı mı? Böyle bir dünyada polisiye, ne yapacak, suçluyu nereye nasıl saklayacak? Artık dedektifin zeki olması gerekmiyor. Herkes hakkında öyle kapsamlı bir veri tabanı oluşmuş durumda ki zeki birine değil, bilgisayar kullanmayı bilen orta halli birine ihtiyacımız var, hepsi bu. İşte o laboratuvarlarda kan, tükürük, meni analizi yapan makinelerin verdiği raporu okuyacak kadar eğitim almış teknisyenlere, mernisten okuduğu adresi yolunu kaybetmeden bulabilecek kadar yön duygusuna sahip polislere bir de. Bu tabloda zeki biri ayak bağı olur bana kalırsa. Sistem problemin çözümünü çok da sık karşısına çıkmayan akıllı insanların insafına bırakmadı çünkü. Bu “akıllı” yapı polisiyeyi vuracak diye tahmin ediyorum. Başa döneceğiz derken kastettiğim de bu. Hikâyelerimizi buradan uzakta, teknolojinin hayatımızı fiber ağlarla örmediği günlerde anlatacağız. Bu bir seçenek. Diğeriyse şu, polisiye yazan her yazar, sistemin açıklarını arayan, başarabilirse bulan özel insanlara dönüşecek. Geride bıraktığımız dönemde, kaçma, saklanma olanakları sınırsız suçluları bulan dedektiflerin meziyetleri anlatılıp durdu. Önümüzdeki dönem bir adadaki bir kalenin içinde inşa edilmiş bir hapishanenin içine kondurulmuş bir labirentten kurtulmaya çalışan suçluların meziyetleri yazılacak.