Polisiye Söyleşiler 6: Esmahan Aykol
İpek Bozkaya ve Said Cangır ile 2013-2014 yılları arasında polisiye yazarlarıyla yaptığımız söyleşiler. Polisiye yazarlarına 20 soru sorduk.
1.Siz polisiyeyi nasıl tanımlarsınız?
Polisiyenin ben romandan çok ayrı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Aşk romanı, polisiye roman vesaire olarak bir roman ana başlığı altında olduğunu düşünüyorum. Polisiyede de farklı olarak bir kurgu var. Daha sağlam bir kurgusu var polisiyenin sair romanlara göre giriş gelişme sonuç diye belki birbirine karışabilir ama strüktürel bir yapı polisiye. Polisiyenin tanımından çok roman tanımını söyleyeyim. Bir kurgu sanatı roman benim için. Ben romanı okurken kurgusuna dikkat ediyorum. Bir bulmaca gibi polisiye. Okuru düşünmeye davet eden, okurla birlikte yazarın düşündüğü bir bulmaca aslında.
2. Neden polisiye türünde eserler kaleme alıyorsunuz?
Ben çocukluğumdan beri polisiye okumayı seviyorum. İnsan en iyi sevdiği şeyi yazıyor. Bir de polisiyenin son dönemde daha sosyal sorunlara eğilebildiğini görüyoruz. Roman bir burjuva sanat ürünü. Polisiyede bunu özellikle görüyoruz. Bir burjuva toplumu olması gerekiyor, toplumun farklı sosyal sınıflara ayrılmış olması gerekiyor. Hatta belki kapitalizm gerekiyor polisiye için. Suçun olması gerekiyor. Suç ve suçlular beni ilgilendiriyor. Toplumun dışına itilmiş marjinal kesimler, suçun nasıl oluştuğu, suçluların psikolojisi beni ilgilendiriyor.
3. Karakterlerinizi nasıl yaratıyorsunuz?
Karakterlerimi biraz gerçek hayattan alıyorum, gerçek hayattaki bazı tipleri birbirine karıştırarak oluşturuyorum. Hiçbir okuyan “aa beni yazmış” diye düşünmüyor. Özellikle benim yazdığım insanlara okutturduğum zaman hiç kimse kendini görmüyor, çünkü benim algıladığım şekilde yazıyorum onları. Ama mesela iki üç tane ana kahramanımı Kati Hirschel’i yaratırken o dönem Türkiye’de yaşayan Alman bir arkadaşımdan esinlendim. En yakın arkadaşımın kitapçısı var, onunla karıştırdım. Çok somut şeyleri birbiriyle karıştırıyorum. İstanbul sokaklarının, o sokaklarda yaşayan insan tipolojisinin fotoğrafını çekiyorum. Kendi yazarlığımı da biraz öyle görüyorum zaten.
4.Eserlerinizde suç nasıl bir yere sahip?
Suç ya da suç şüphesi polisiyenin temeli tabii. O olmazsa polisiye olmaz. Ben polisiye olmayan bir roman da yazdım, o da yine Ermeni katliamıyla ilgiliydi. Yine kriminal bir olay çevresinde dönüyordu. İlla bir cinayet olması gerekmiyor, bir toplumsal suç da olabilir. Suç beni genel olarak çekiyor. Suç ve suçun psikolojisi beni çekiyor. Ama kanlı polisiyeler yazmıyorum. Daha çok sosyal hicve yakın duruyor benim yazdıklarım. Yani suç üzerinden gidip sosyal eleştiri yapıyorum daha ziyade. Dolayısıyla öyle detaylı, kan revan içinde cinayetler de yok. Daha sevimli dili olan, kadın kahramanı olan, sakin bir kitabevi sahibi kadın karakterlere sahip roman yazıyorum dolayısıyla şiddet dolu bir roman yazmam mümkün de değil. Ben zaten sadece işlenen cinayete odaklı bir şey yapmıyorum, onun etrafı beni ilgilendiriyor. O insanı cinayeti işlemeye sevk eden nedenler veya kahramanın cinayeti anlamak için konuştuğu insanların tipolojisi –bu bir temizlikçi ya da bir fabrikatör olabilir- onların kullandığı farklı dil, diyalogların o sosyoekonomik düzeye göre olması, suçun psikolojisi ve o suçun o toplumda nasıl doğduğu beni ilgilendiriyor daha çok. Türkiye’ye özgü suçlar var mesela. O suçlar niye Türkiye’de? Mesela namus cinayeti denilen şey Avrupa’da çok bilinen bir şey değil. Burada her gün üç dört kadın öldürülüyor, bu neden Türkiye’de mesela, bunu yaratan sosyal koşullar ne, daha çok benim kafamı bu tür şeyler meşgul ediyor.
5. Polisiye ve dil arasında nasıl bir ilişki var sizce?
Benim kullandığım dil güncel bir dil. Romanda sokakların dilinin kullanılmasını seviyorum. Hafif argoya yatkın bir dil kullanıyorum ama şart değil tabii. Ben kendimi ağır ağdalı bir şey yazarken hayal edemiyorum, çok uzun cümleler, çok ağır tasvirler bana göre değil. Tasvir yapsam bile -ki zaman zaman yapmak gerekiyor bir odayı tasvir etmek gerekiyor- akıcı olmasına özen gösteriyorum. Sokaktaki çukurları da tarif ederek daha gerçekçi olmaya çalışıyorum. Çok fazla şiirsel dil kullanmadan yazıyorum ben. Bu bir tercih meselesi. Öbürü daha edebi bu daha az edebi değil bence. Dilin nerede kurulduğu önemli ve insanlara ne kadar yaklaşabildiği. Bu dil meselesinden belki polisiyeye üvey evlat deniyor olabilir ama ben üvey evlat olduğunu da düşünmüyorum. Belki son dönemde yıkılmaya başladı ve ben o eski durumu bilmiyorum. Çünkü insanların polisiye yazdığımı duyunca hep bir şaşkınlıkla karışık hayranlık beslediklerini gördüm. Türkçe edebiyattan bir ölçüde dışlansa da öyle değil aslında. Edebi mi edebi değil mi tartışıyor, edebiliğin ölçüsü ne? Bunlar o kadar muğlak kavramlar ki. Edebilikten şiirsel bir dil kastediliyorsa ben zaten o dili sevmediğim için bana edebi de gelmiyor. Diğer yazarlara da baktığımda edebiyatın dilinin de artık değiştiğini görüyorum.
6.Polisiye ve şehir arasında bir ilişki var mı? Varsa bu ilişki nasıl bir ilişki?
Kendimden yola çıkarak söyleyeceğim. Ben İstanbul polisiyesi yazıyorum zaten başka bir şehirde geçemezdi. Yazarken de aklımda olan hep İstanbul sokaklarının yazıldığı dönemdeki fotoğrafı. Dolayısıyla İstanbul benim için olmazsa olmaz. Romanlarımda ana kahraman dışında ikinci kahraman olarak hep İstanbul’un gölgesi var. İstanbul’un sokaklarını, insanlarını, hayat tarzını, trafik keşmekeşini, yağan yağmurun yaptığı sel baskınını, çok gerçek yaşanan hayatı yazıyorum. Polisiyecilerin şehirdeki suçu anlatması ise son derece pratik nedenlere dayanıyor. Hemen herkes şehirde yaşıyor çünkü. Polisiye yazarlarının İstanbul, İzmir ya da Ankara dışındaki yerleri çok iyi bildiklerini sanmıyorum. Bir de tabi şehirde suçun çeşitliliği daha fazla. Ben Tarlabaşı’nda yaşıyorum. Buradaki suçun çeşitliliğini herhangi bir köyde ,kasabada bulmak mümkün değil.
7. Türkiye’de polisiyenin köklü bir geçmişi var mı?
Bir yandan var tabii. Polisiye romanlar çevrilmeye başlanmış, Peyami Safa’nın Kemal Tahir’in yazdığı polisiyeler var. Bir yandan da hep görmezden gelinmeye çalışılan bir sorun var. Bu üvey evlat meselesine de bu yüzden itiraz ediyorum. Genel edebiyat içinde bu sorun var. Sadece polisiyede değil, polisiyenin üvey evlat olmasıyla değil, genel olarak edebiyatı küçümsemek ve sıkıcı bulmak gibi bir sıkıntı var. Bir yandan da polisiye diğer türlerin içinde geçmişte de kullanılmış. Orhan Pamuk’un romanlarında mesela –Benim Adım Kırmızı da, Kara Kitap’ta, Beyaz Kale’de- polisiye kurguyu kullandı. Onun için edebi türleri birbirinden ayırmak da o kadar kolay değil bence. Onun için şu polisiyedir, bu edebiyattır demek çok da mümkün değil. İlla bir ayrım yapılacaksa iyi edebiyat-kötü edebiyat diye ayrılabilir bu. Romanın alt başlıkları olduğunu kabul etmek düşünmeyi rahatlatıyor. Büyük edebiyat çatısı altından onları koparmak büyük ölçüde düşünmeyi kolaylatıyor, konuşmayı da rahatlatıyor ama düşünürken öyle tür tür düşünmüyorum. Ama belli bir ölçüde, dilsel düzlemde düşünmeyi rahatlattığı kesin. Bir de bir polisiye okuyup diğer bütün polisiyeleri aynı sanan okurlar olabiliyor. Polisiyenin anlaşılamamasından sebep bu. Diyelim Agatha Christie okuyor ve bütün polisiyeleri öyle sanıyor. Ama polisiye kendi içinde birçok türe ayrılıyor. Crime, dedective vs. İngilizce’de bir sürü alt türü var polisiyenin. Edebiyat o kadar özgür bir alan ki edebiyatı bir şeyin içine sıkıştırmak bana hep düşünceyi daraltıyormuş gibi geliyor.
8.Polisiyeyi diğer roman türlerinden ayırıcı özellikleri sizce nelerdir?
Kurgunun sağlam olması gerekiyor ve çok hassas bir kurgu yapmak gerekiyor. Çünkü okuru kandırmamak lazım yanlış yöne sevk etmemek lazım. Adil bir oyun olması lazım. Hem de çok fazla ipucu vermemesi lazım. Dolayısıyla sürekli bir dengenin üzerinde yol alıyor. Şimdi bir öykü yazıyorum, tekrar tekrar başa dönüp acaba şuraya bir taş daha mı koysaydım, buradan bir taş çıkarsa mıydım diye kontrol ediyorum. Polisiyede bayağı hassas bir dengenin var olduğunu düşünüyorum. Diğer roman türlerinden ayırıcı özelliği kurgu. Diğer romanlar dile yaslanabilir, tamamen dil oyunları, mecazlar, güzel kelimelerden oluşabilir. Ama polisiye daha sade bir şey. Sade olması da dilin arkasındaki zeka oyununun belirmesi için önemli. Dil zeka oyununu fazla gölgelemesin diye böyle. Polisiyede kurguya odaklanılması gerekiyor. Normal bir romanda okurun işine yaramayacak sayfalarca bilgi verebilir yazar. Ama polisiyede bunu yapamazsınız. Okura yanlış ipucu verme ihtimaliniz var. Okuru yanlış yönlenebilir. Çehov’un dediği gibi sahnede bir silah varsa o mutlaka patlamalı –özellikle polisiyede. Polisiye olmayan bir romanda yazar sonunda o silahın tesadüfen orada durduğunu söyleyebilir ya da silah çok sessizce ve basitçe patlayabilir. Ama polisiye yazarı o silahla mutlaka bir şey yapmalı.
9. Polisiye ve eleştirisi konusunda neler söylersiniz?
Genel romana dönersek Türkiye’de roman eleştirisi yok. Dolayısıyla polisiye eleştirisi de yok. Ben Almanya’da Almanca’da kitabım çıktıktan sonra yayınlanan eleştirilerden çok faydalanıyorum. Çünkü Almanya’da eleştirmenler okulda öğrenmiş bunu. Onlar bir şablona koyuyor romanı. Diyelim benim kitabımda cinayet onuncu sayfada işlenmiş, bu Amerikan standartlarına göre geç olmuş mesela. Amerika’da kitabım yayınlandıktan sonra gördüm bunu. Böyle şablonlar var ellerinde. Dili, tekniği her şeyi bir şablona koyuyorlar. Dolayısıyla insan faydalanıyor eleştiride. Bir sonraki roman için bir şey öğreniyorsun eleştiriyi okuyunca. Ama Türkçe’de daha öznel yapılıyor, beğendim-beğenmedim bağlamında. Dolayısıyla o öznel şeylerin dışına çıkılamadığı için ya da başka ilişkilerden ötürü gelişmiyor. Ama en azından eleştirmenin kendi beğenisinin içinde kalıyor. Eleştirmen de beğenmeyebilir ama bunun objektif bir ölçütü var. iyi romanla kötü roman ayırt edilebilir. Edebiyat bir bilim sonuçta. Bu benim hoşuma gitti, bu gitmedi denilebilecek bir şey değil edebiyat. Kriterler var, o kadar başıboş bir alan değil. İyi romanın da kriterleri var, kötü romanın da. Bu öznel bir şey değil, objektif bir şey, bilimsel bir şey. O şablonlardan yararlanılan eleştiride bizim kriterlerimize göre geç işlenmiş cinayet dediler, ama son roman iyi bir roman. Eleştiriden bir şey öğrenebilir miyim, bir şey daha kapabilir miyim diye bakıyorum. Hemingway’in biyografisini okumak gibi benim için. Okurlar hep şey diyor mesela, kahramanım Kati’nin kitabevi daha mı az öne çıkıyor, onu değiştirebilirim diye düşündüm ama illa birisi bir şey istiyor diye onu emir gibi yapıyorum. Sonuçta arkadaşlarıma da okutuyorum mesela, o daha önemli. Okurlardan gelen geri bildirim çok hoş oluyor, bir kere birine dokunmak çok hoş oluyor. Çok güzel bir enerji geliyor okurdan. Biraz önce öyle bir mesaj geldi, İtalya’da çıktı yeni kitap, okuyup beğendiğini söylüyor. Bu da çok hoş bir şey. İyi bir eleştiri de hoş bir şey. Roman için kötü de dese üzerine düşünülmüş bir eleştiri iyi geliyor bana. Çünkü önem vermiş, satır aralarını okumuş. Herkes benim yazdığımı beğenecek diye düşünmüyorum zaten ya da herkesin kafasındaki ideal romanı yazacağım diye. Ben kendime iyi geldiği şekilde yazıyorum ve birileri de onu okuduysa hoşuma gidiyor. Herkes beni beğensin tribinde değilim. Zaten insanlara aykırı gelebilecek bir tarzda yazdığımı düşünüyorum ve beğenip beğenmemesine de çok şaşırmıyorum.
10.Polisiye ve toplum, siyaset, gündem arasında bir ilişki var mıdır? Nasıl?
Polisiye suçla haşır neşir olduğu için ister istemez topluma dair bir şey oluyor. Kendi yazdıklarımdan örnek vereceğim. Ben güncel siyaset manasında değil, kadın sorunu, çevre sorunu gibi daha global anlamda siyaseti yazdığımı düşünüyorum. Mafyanın içini bilmek çok mümkün olmadığı için mafya vs. bana daha nüfuz edilemez bir alan gibi geliyor bana. Aktüel siyaset polisiyeye çok uygun aslında. Gazeteler polisiye gibi çıkmaya başladı artık. Şimdi mesela benim kahramanımın bir polis tanıdığı var, onun polislik mesleğinden kovulmuş olmasına karar verdim, öyle şeyler sızıyor tabii ama çok güncel siyasetin bir süre sonra romanda eskiyeceğini düşünüyorum. Yani AKP ile CHP arasındaki ya da Gülen cemaatiyle AKP arasındaki çatışma romanın konusu değil bence, roman daha evrensel, her zamana yayılabilecek bir şey. Tayyip Erdoğan 15 sene sonra kaç kişiyi ilgilendirecek çünkü. Gündem meselesinde de şunu söyleyebilirim; gazetelerin üçüncü sayfası bir polisiye yazarı için kaynak. Şöyle bir hikaye okumuştum; Van’da yaşayan bir kadın tatil için Doğubeyazıt’a gitmiş, Van’a döndükten sonra da kontağı sürdürüyorlar. Kadın telefonda adamı kocasını öldürmesi için ikna ediyor ama kocası olduğunu söylemiyor, “Eve gel, ben sana kapıyı açacağım, sen öldürürsün.” diyor. Adam buna ikna oluyor, Doğubeyazıt’tan kalkıp Van’a gidiyor, kapıyı açıyor, adamı öldürüyor ve yakalanıyor. Bu kadar saf bir insan. Polisiye için kahraman olabilir mi diyorsun okuyunca. Genelde çok naif şeyler oluyor üçüncü sayfada. Onlar ilham verebilir mi bilmiyorum, bana fazla vermiyor, hayrete düşüyorum sadece çünkü polisiye romanda kahraman daha zeki olmak zorunda ki daha girift bir şey ortaya çıksın. Üçüncü sayfada genelde çok basit cinayetler oluyor, fazla zeka kıpırtısı olmuyor. Ben güncel siyaset ve gündemden değil daha evrensel siyasi konulardan kadın politikası, çevre politikası gibi şeylerden bahsediyorum. İkinci kitapta bu sahipsiz evlerin peşinde dolaşan küçük mafya tipi örgütlerden bahsettim. Yine siyasetle alakası olan ama güncel siyasetle değil daha geniş siyasetle alakalı şeyler benim yazdıklarım. Partiler arası siyaset ya da mecliste yapılan siyaset değil. Hiç gazete okumuyorum uzun zamandır, bir kitap üzerinde çalışıyorum ve sabah uyanıp Hamlet okuyorum ya da çok fazla roman okuyorum.
11. Polisiye yazmak için örneğin S.S. Vann Dine’da olduğu gibi belirli kurallar olması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Polisiyenin bir yapısı var. o kadar keyfe keder değil. Normal romanda belki o twistler, zamanı kaydırmak vesaire daha müsait. Ama polisiye daha strüktürel. Kurguyu bir yerden alıp bir yere götürmek gerekiyor, sonunda çözmek gerekiyor. Daha belirli bir yapısı var. Bu, polisiye için bir eksiklik değil, aksine polisiyeyi zorlaştıran şeyler arasında. Çünkü hem o yapının içinde kalıp hem de birtakım yenilikler yapmak istiyor insan bir noktada çünkü. O zaman bir duvara tosluyorsunuz, çünkü okura fazla ipucu vermemek lazım, katilin üçüncü bölümde belli olmaması lazım, gizemi sonuna kadar götürmek şart. Ben romana başlamadan önce bir kurgu oluyor kafamda. Kimin katil olduğunu biliyorum. Çok detaylı notlar almıyorum ben. Genelde kafamda yapıyorum, düşünerek yapıyorum, kafamın içinde oluyor. Herhangi bir şablona kendimi koymuyorum ama içgüdüsel olarak bildiğimi düşünüyorum. Zaten o yazmak üzerine kitapları okuduğum zaman o kuralları bulduğumu fark ediyorum.
12. Polisiyenin 1990’lardan itibaren giderek rağbet gören bir tür olmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Roman kentli bir tür. Burjuva toplumunun ortaya çıkardığı bir tür. Polisiye ise daha kentli bir tür. Daha kent soylularının okuduğu bir tür, özellikle Türkiye’de. Tamam yaygınlaştı aslında, belki o şehirleşmeye paralel olarak gitti. Benim polisiye okuru olarak Avrupa’ya gittiğimde de gördüğüm şey, genellikle maddi durumu iyi olan üst orta sınıfın polisiye okuduğu. Genellikle kadınlar – edebiyat okurunun yüzde sekseni kadın zaten ama polisiyede özellikle bir kadın yoğunluğu var-. Polisiye, bu kesimin biraz merak ettiği bir dünya. Doksanlarda yükseldiğini de aslında çok düşünmüyorum. Aslında okurdan çok yazarların talebi arttı polisiyeye karşı. Doksanlarda daha fazla roman yazılmaya başlandı bence. Şu an daha çok şair, daha çok yazar, daha çok roman var dolayısıyla polisiye de paralel olarak arttı.
13. Polisiye başka roman türleriyle kıyaslandığında alt türleri diğerlerine oranla daha fazla olan bir tür mü? Neden? Siz kendinizi bu türlere yakın hissediyor musunuz?
Ben şehir polisiyesi yazıyorum, daha sempatik dilli, belki böyle denebilir. Dile dair bir şey söylenecekse. Ama şimdi daha başka bir şey yazmaya başladım, psikolojik-gerilim tarzına daha yakın gidiyor. O insanların davranışlarını, nedenlerini ele almaya çalışıyorum. Macera tipi romanları da bu türe sokabiliriz, Da Vinci şifresi mesela polisiye - macera. Evet, bir sürü alt türü var, korku var, mystry var. Benimkiler de o mystry dediğim şeye yakın. Bir gizem var, suç da var, cinayet de var. Kurgunun en can alıcı noktasında o gizem duruyor.
14. Polisiye eserlerde şiddet konusunda neler düşünüyorsunuz?
Ben çok sevmiyorum şiddeti romanda.Oorasını kesti, burasını çıkardı diye adli tıpçı gibi yazılmış romanları da sevmiyorum. O tür bana cazip gelmiyor, okurken de sevmiyorum, yazarken de sevmiyorum. Kanla ve organlarla o kadar haşır neşir olmak hoşuma gitmiyor. Filmlerde de ben öyle bir sahnede başımı çeviririm ya da gazetede öyle bir fotoğraf olduğunda. Onun tasvir edilmesinden de hoşlanmıyorum. Ama polisiyede şiddet olursa toplumda da şiddet artar gibi bir şeye de inanmıyorum. Kurgu belki orada o cinayetin çok ayrıntılı tasvirini gerektiriyordur, çünkü o tasvirin cinayet için önemi vardır. O kendi doğallığı içinde eriyorsa olabilir, orada hakikaten bir şey veriyorsa okura, olabilir. Biraz da yazının kendi dinamiği içinde şekillenecek bir şey. Kurgu onu getiriyorsa olmalı. En baştan bir şeye karşı olmak çok keskin bir davranış, ben açık olmaya çalışıyorum, şu olmasın bu olmasın demiyorum, kurgu onu gerektiriyorsa tabi olacak, bir seks sahnesi de tarif edilebilir uzun uzun, ama hakikaten o roman için vazgeçilmez bir şeyse, o olmazsa roman eksik kalacaksa. Okuru rahatsız ettiyse orada fazladır ama, öyle düşünüyorum. Ben yazarken o mekanı görüyorum sanki, gözümde canlandırıyorum ve tarif eder gibi yazıyorum, dolayısıyla benim de gözümün önüne o kadar kanlı şeyler gelmiyor, benim de tarzım değil.
15. Polisiye her zaman içinde suç, suçlu, araştırma ilişkisini barındırmalı mıdır? Neden?
Bir suç olacak, araştırma ilişkisi olmadan polisiye olmaz zaten. Gizemin açığa çıkması gerekiyor. Sadece suç olması değil herhangi bir gizem de olabilir, bir hırsızlık olabilir onun aydınlatılması gerekiyor ya da suçun saklanması gerekiyor, polisiyenin anlatıcısı katil diyelim, o kendi işlediği suçu saklayarak anlatacak, okur da onu çözecek. Ben kendimi anlatıcıyla özdeşleştiriyorum romanda. Anlatan kişinin gözünden yazıyorum, onun formasyonuna sahip biriymiş gibi yazıyorum.
16.Sizin beğendiğiniz polisiye yazarları kimlerdir?
Patricia Highsmith, Ruth Rendell, Minette Walters seviyorum. İngilizleri seviyorum, Anglosakson diyeyim, İngiliz ve Amerikalıları seviyorum. Yerli polisiyede o kadar genç var ki. Okuyorum bir tanesini şu aralar, Suat Duman mesela. Bayağı yazılmaya başlandı ve bayağı hoş şeyler çıkıyor. Ama tabi tapmak gibi değil bunlar bende. Patricia Highsmith’i birkaç senede bir okuyorum tekrar tekrar. O Ripley’lerde yaptığı psikolojik gerilimi seviyorum. Raymond Chandler vesaire bugün yazılanları da seviyorum. Kuzey yazarlarından Henning Mankell’i, Jo Nesbo’yu seviyorum. Bir kitap hakkında çok konuşulunca hep erteliyorum o kitabı okumayı dolayısıyla bestseller yabancı romanları okumadım.
17. Polisiye bir türde eser kaleme alırken uzmanlık gerektiren konularda yardım alınmalı mıdır? Neden?
Bence alınmalı, ben hukukçu olduğum için biraz hukuki konulara da giriyorum. Şüpheli bir ölümle boşanma hikayesi vardı, orada teknik bilgiler de yazdım. Tıp konusunda adli tıpçılara danışıyorum. Son kitabımda Tango İstanbul’da kardiyologa danıştım, bence gerekiyor. Ben alıyorum, bence alınması gerekiyor. Bu işte bir Hemingway kuralı var, İceberg kuralı. Yazdığı şeyin görünen kısmı haricinde görünmeyen kısmı kadar bilgili olması gerekiyor yazarın.Yazar o kadar araştırma yapmış olmalı. Bence o doğru. Yazdığından fazla bilmek gerekiyor ama hepsini yazmak doğru değil. Çünkü onlar gereksiz detaylar, romanı ağırlaştırıyor. Ben şefkatli bir yazarım, okuru düşünerek yazıyorum. Okura yüklemeye gerek yok her şeyi. Okurun bunu bilmesi gerekmiyor diyorum çoğu zaman. Ama işin uzmanı bir okurun “aa burada yanlış yapmış” şeklinde yaklaşmasını da istemem. Yazmak denge işi. Hislerle yapılan bir iş. Onun için o kuralları, şablonları yazarın uygulaması imkansız. Hissediyorsan hissediyorsun herhangi bir ölçüsü yok, ölçü yazarın kalbinde.
18. Polisiye ve çoksatarlılık, polisiyenin tanıtımı, reklamı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tanıtım konusunda en iyi yöntem okurun okura tavsiyesi. Beni okuyan birisi bir arkadaşına tavsiye ediyor, bence en doğru ve yerine ulaşan reklam bu. Onun dışında saygın kitap dergilerinin olumlu etkisi oluyor. Ciddi okur Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap, Milliyet Kitap gibi ekleri takip ediyor, orada çıkan eleştiri ve tanıtım yazıları da yerine ulaşıyor ama o kadar çok kitap çıkıyor ki çok ünlü bir yazar değilsen Türkiye gibi okur düzeyinin düşük olduğu bir yerde çok da işe yaramıyor. Çoksatan kitapların niye çok sattığına dair kafamda bir açıklama yok. Polisiye satmayan bir tür değil. Ben kitabın çok satmasını bir sürü şeyin bileşkesi diye düşünüyorum. Zamanlama, yazarın kimliği, yayınevinin bu işe yatırdığı sermaye, reklam bütçesi. Yazarın kimliği de öne çıkıyor o dönemlerde, çünkü yapılan röportajlarda yazarın özel hayatı, siyasi görüşü vs. soruluyor. Okur bir polisiye okuyup sevmediyse diğer polisiyelere tepkili oluyor. Kitap her yere ulaşmıyor bazen. Okur gidiyor bazen kitap ekinde yazı okumuş ama kitabı bulamıyor, dağıtımı iyi yapılmadığından. Kitap her yere ulaşan bir şey değil. Dolayısıyla bir çok şeyin bileşkesi çoksatarlılık. Satmaya başladığın zaman satış evleri kitabı bulunduruyor, bu bir kısır döngü oluyor. Satmak için satmaya başlamak gerekiyor. Bu bir hayal kırıklığı. Türkiye gibi az okunan bir ülkede hayal kırıklığı. Çok satanların dışında kalan kitaplar iki bin üç bin satıyor . Okurunla karşılaşmıyorsun o zaman. Hiçbir feedback almıyorsun. Dağıtım iyi çalışmıyor, yayıneviyle dağıtımın arası iyi değil. Taşrada kitapçılar var, oraya kitap hiç gitmiyor bile bazen. Kitabı okura ulaştırmak ciddi bir mesele. Ben İstanbul’dan önce İzmir’deydim. İstediğim hiçbir kitabı bulamazdım. Okul kütüphanesinden bulmaya çalışırdım. İnternetten sipariş diye bir şey de yoktu. Ama Almanya’da gidiyorsun her köyde kitapçı var, yoksa da sipariş veriyorsun, ertesi gün geliyor.
19. Polisiye diğer türlere göre dizi, sinema vb. sanat dallarına uyarlanmak için daha uygun bir tür müdür? Neden?
Şimdi benim kitaplarımı mesela ATV dizi yapmak istedi, ilk kitap çıktığında 2001’de. Sen yaz, dediler. Düşündüm. Bir kitaptan bir bölüm yapılacak. Her hafta doksan dakikalık bir bölüm yapılacak. İmkansız bir şey, çünkü ben o yoğunlukta bir şeyi her hafta yazamam, bir roman kapsamındaki bir şeyi. Dolayısıyla o entrikayı kurmak da kolay değil. Dizi çok hızlı bir şey. Türkiye’deki şu formatla –her hafta 90 dakikalık bir dizi- aklı başında, entrikası olan, izleyiciyi cezbedecek dizi yapmak imkansız veya çok büyük bir takım olması lazım, on beş kişilik bir ekip mesela ve on beş haftada birine sıra gelecek. Oturup detaylı kurgu yapacaklar. Türkiye’nin bu şartlarıyla televizyon dizisi yapılması imkansız. Biz Piraye Şengel ile düşündük bir proje. Bizim önerdiğimiz şey daha mümkündü. On üç bölümlük bir şey gidecek. Çünkü on üç bölümlük bir şeyi kurgulayabilir insan. Bir avukat kahraman düşündük. Ama on üç bölümde onu televizyon izleyicisinin takip edemeyeceği söyleniyor. Bu 90 dakika formatında her bölümün kendi içinde çözülmesi lazım. Mesela Monk’u uyarladılar. Orada zaten olay kurgulanmış, Monk 45 dakika burada yayınlanan 60 dakika. Doksan dakikada mesele var. Polisiye kurguyu doksan dakikaya taşırmak, yaymak polisiyeye uygun değil. 60 dakika belki. Kurdeşen döker insan. Öyle bir polisiye olamaz. Sıkıcı bir hale gelir. Proje polisiye olmaktan çıkardık, melodram yaptık, sonra olmadı yine. Oyuncular da 15 bölüm para alamamış. Bu toplumsal kirlenmeyle alakalı bir şey. Böyle kirli bir toplumda dizi sektörünün temiz kalması imkansız. Ama polisiye için de çok verimli hale geliyor ortalık. Şimdi gazeteler artık bayağı polisiye içerikle çıkıyor, tapeler, entrikalar, şunlar bunlar. Artık Türkiye’de polisiyenin devri başlayacak böyle seller gibi gelecek polisiye diye düşünüyorum çünkü herkesin kafasında bir entrika var. Herkes entrika çeviriyor. O entrika denen şey de polisiyenin olmazsa olmazı zaten.
20.Polisiye türünün sizce nasıl bir geleceği olacak?
Türkiye özelinde gayet parlak diye düşünüyorum polisiyenin istikbali. Çünkü ciddi bir göç var, yabancı düşmanlığı tırmanıyor, halk birbirine düşman, gergin bir toplum olduk, bir sürü siyasi entrika ortaya çıktı, rüşvet meseleleri çıktı, yalan dolan var, bunlar bir şekilde türe çok faydalı olacak diye düşünüyorum, en azından bu sosyal ortamın yarattığı insan tipi iyi bir polisiye kahramanı. Bu açlık, para peşindelik, ihtiraslar, gözü dönmüşlük tam polisiye özellikleri. Peki insanlar şu yorumu yapabilir mi: “Her yanımız olmuş polisiye bir de kitabını mı okuyacağız!” Hayır, kimsenin gazeteleri falan çok okuduğunu sanmıyorum, onun için herhangi bir şeyi okumaktan kimsenin sıkılacağı yokmuş gibi. Eğer kitap okuyan kitle artarsa polisiyenin okuru da artar. Şimdi polisiye satmıyor diyoruz, ee şiir satıyor mu? Şiir kitapları beş yüz basıyor. Roman satıyor mu? Tamam, satan üç beş tane romancı var ama diğer romanlar satmıyor ki, en fazla dört bin beş bin satıyor. Yetmiş küsur milyonluk ülkede bunlar çok komik rakamlar.