Odak Yazar / Ayfer Tunç I (Dosyalar)

Odak Yazar / Ayfer Tunç I

Ana Sayfa | Blog | Odak Yazar / Ayfer Tunç I (Dosyalar) - 6.02.2017

Odak Yazar / Ayfer Tunç I

"Odak Yazar", IAN Edebiyat dergisinin alametifarikalarından biriydi. Ağırlıklı olarak üniversiteli gençlerin yazı ve söyleşileriyle, Türkçe edebiyatın günümüz temsilcilerine ve eserlerine bakışlarını yansıtması sebebiyle değerliydi. IAN Edebiyat'ın yayın hayatına son vermesiyle birlikte, bir anlamda bu proje de yarım kalmış oldu. Hazırda bekleyen ve yeni odak yazarlar belirlenerek yapılacak çalışmaların SabitFikir'de yayımlanması teklifini bu sebeplerle seve seve kabul ettik. (IAN Edebiyat sayfalarında okumaya devam etmeyi daha çok arzu ederdik elbette.)

Şebnem’in içini görme denemesi
 
Ankara’dan İstanbul’a giden trenin içinde herkesin zihni –en çok Ersin, Selda ve Bünyamin’in- hikayenin en belirleyici karakteri Şebnem’le doludur. Şebnem, metin boyunca bir kişi olarak değil de, hayatına dokunduğu insanların özlemlerinin, korkularının, pişmanlık ve arzularının toplamı olarak karşımıza çıkar.

Şebnem, Ersin ve Selda’nın hayatlarının küçük bir bölümünde bulunmasına rağmen etkileri büyüktür. Ersin’in amcasının kızıdır ve aynı zamanda sevgilisidir. Selda’nın ise babasının akrabasıdır. Yakınlık derecesi değişse de, Şebnem’e ve annesi Hülya’ya iki ailenin kadınlarının duyduğu nefret aynıdır. Hülya ve Cavit, ailelerinin karşı koyma çabalarına rağmen evlenirler. Fakat Cavit geçirdiği kaza sebebiyle kolunu kaybeder ve hayatının sona erdiğini düşünür. Yaşanan felaketten sonra, Hülya ile boşanırlar ve hikayenin trajik kısmı buradan sonra başlar.

Cavit, Hülya’nın “tam,eksiksiz” olduğunu, kendisinde ise eksiklik bulunduğunu düşünür. Metin boyunca sevilen kişiyi kendinden üstün görme, onu eksiksiz kabul etme durumu tüm ilişkilerde görülür. Bünyamin - Cennet, Ersin – Şebnem, Hülya – Cavit, Selda – Mesut ilişkilerinin hepsinde bu duruma rastlıyoruz. Bünyamin, eşi Cennet’i çok sever. Fakat komşuları Garo’nun Cennet’e olan ilgisi yüzünden eşinden giderek soğur. Bünyamin’in çocuğu olmamaktadır, bunu öğrendiği andan itibaren müthiş bir boşluk içini kaplar, kendini çok kötü hisseder. Cennet’in ondan ayrılacağını, onu yetersiz bulacağını düşünür. Tüm bunların üzerine Cennet’in hamile olduğunu söylemesiyle birlikte Bünyamin yönünü bulamaz, Tüm bu kafa karışıklığı içinde trende Şebnem’in fotoğrafını görür ve aklından çıkaramaz. Ersin, Şebnem’i kendinden daha cesur bulur. Şebnem’in kural tanımazlığı ona çekici gelir. Kendi hayatını ise fazlasıyla yavan ve sıkıcı bulur. Tatsız ilişkiler yaşayan Ersin, ruhunda en çok iz bırakan kadın olan Şebnem’in peşinden gitmez. Selda ile Mesut arasında henüz bir ilişki gelişmemiştir aslında. Selda, kendini böylesi bir heyecanın içine atamayacağını düşünür. İlişki yaşadığı insanlar, ayrılmaktan korkmadığı kişilerdir. Bu da bize Selda’nın karakteri hakkında fikir verir.

Bünyamin’in Şebnem’le olan hikayesi diğerlerine göre farklıdır. Bünyamin, Şebnem’i tanımaz, hakkında hiçbir şey bilmez. Sadece Şebnem’in dergideki fotoğraflardan haberdardır. Ancak fotoğraflara baktığında yalnızca güzel, çıplak bir kadın görmez. Şebnem, Bünyamin’in yüreğinde bir yerlere dokunur. Daha önceden bu dergilere baktığında hissettikleri ile şimdikiler çok farklıdır. Şebnem, tüm o kadınların arasından sıyrılır. Bünyamin, Şebnem’den şefkat beklemektedir. Bünyamin, bu düşüncesi vesilesiyle, Selda ve Ersin’le bir payda da buluşur. Şebnem, yalnızca güzel değildir, başka bir sürü şeydir. Bünyamin’in çocukken çok yakın arkadaşı olan dolunaydır belki de Şebnem.
 
Cumartesi huzursuzluğu

Metinde cumartesi gününe sıkça vurgu yapılır. Ersin ve Şebnem’in düzenli aile hayatları, cumartesileri evin tüm fertlerinin bir arada bulunması, samimiyetsiz akraba ziyaretleri, insanı tiksindiren ev düzeni, koltukların yeri, ailesinin büyümesine izin vermediği çocuklar, tüm evi saran yağ kokusu, anneyle babanın illa ki tartışması, tüm bunlar cumartesi huzursuzluğudur işte.  Şebnem, Selda’nın hayatına bir cumartesi günü girerek altüst eder. Güzelliği sürekli konuşulan ve kıskanılan Hülya Hala, eşinden ayrıldıktan sonra Selda’nın ailesini ziyaret eder. Bu ziyarette Şebnem ve Selda’yı tanımamıza yarayacak ipuçları elde ederiz. Selda’nın babası asker, annesi ise öğretmendir. Her zaman Selda’nın ve abisi Ümit’in istekleri ebeveynleri tarafından karşılanır. İşte tüm bunlar, Selda’nın içinde bir boşluk yaratır. Selda, küçükken yüzmeyi öğrensin diye denize atılmamıştır örneğin bir ebeveyni tarafından. Yüzmeyi öğrenmesi, tehlikeye girmesinin yanında önemsizdir. Hayat da böyle olmuştur Selda için, bir cumartesi günü kendinden yaşça küçük Şebnem, cesurken, karşı kıyıya kadar yüzüp dubalara ve sahilden ona bakan kalabalığa aldırmadan son nefesine kadar yüzer. Oysa Selda yüzmeyi, özel hocalar eşliğinde korunaklı, ısısı sabit bir havuzda öğrenir. Şebnem, bir anda denize atılıp can havliyle yüzmeyi öğrenenlerdendir. Şebnem hayatsa, Selda orada öylece durup beklemektir. Kıyıdan bir adım bile açılamamak, başına gelecekleri korkuyla beklemek, bu sırada başına hiçbir şey gelmediği için, yine de boğulmak, hayatın tekdüzeliğinde boğulmaktır Selda. Şebnem, Selda’ya flört ettiği kişilerden bahseder ve sayının çokluğu Selda’yı ürkütür. Ancak Şebnem “Ya içlerinden birini gerçekten seviyorsam?” der ve bu kişinin Ersin olma ihtimali yüksektir. Şebnem, Ersin onu aramayı bırakınca, hiçbir zaman aralarında net bir ilişki olmamasına, bunu bir türlü konuşamamalarına rağmen Ersin’e bir mektup bırakır. Ersin mektubu bulur fakat cevap vermez. Şebnem bir kez daha terk edildiğini hisseder. Belki tam da bu yüzden o pozları vermiştir. Annesini, babasını, babasının kolunu koparan o kayayı, onu yeterince sevmeye cesaret edemeyen Ersin’i, hatta hiç tanımadığı Bünyamin’i cezalandırır bu fotoğraflarla. 

Ersin ile Şebnem’in ilişkisi eskilere dayanır. Ersin, Şebnem’in küçüklük hallerini hatırlar ve dergideki fotoğraflar böyle olduğunda canını daha çok yakar. Ersin ve Şebnem bir cumartesi günü sinemaya giderler. Ersin, Şebnem’i dudağının kenarından minicik öper. Çok utanır bu yaptığından. Onların aşka en yakın olduğu an budur. Ersin cesaret edebilse, yanmayı göze alabilse, soğuk sularda debelenmese, Şebnem gibi hiç soluk almadan yüzse, belki Şebnem hikayesini böyle yazmayacaktı.

Kapak Kızı, 24 saatten az bir süre içinde geçer. Romanın esas zamanı kısacıktır. Geri dönüşlerle hikaye okuyucuya aktarılır. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı ve Barış Bıçakçı’nın Herkes Herkesle Dostmuş Gibi romanında da benzer teknikler kullanılmıştır. Sevgi Soysal, bir kavağın düşmesi süresince tüm karakterleri anlatmış, geri dönüşlerle ana hikayeyi okuyucuya anlatmıştır. Kavak bu romanda, köklü şeylerin, aslında ailenin, inandığımız sırtımızı dayadığımız ne varsa çürümüş olduğunu göstererek devrilir. Barış Bıçakçı biraz daha farklı bir yöntem izler fakat o da kısıtlı bir zaman içinde, elinde sanki bir kamera varmış da , bunu insanlar arasında dolaştırıyormuş hissi yaratır. Geri dönüşlerle, veya anlık diyaloglarla birçok kahramanla tanışırız ve bu kahramanların büyük kısmını sonraki romanlarda daha yakından tanıma fırsatı elde ederiz. Fakat yine de Ankara’dan İstanbul’a giderken en fazla ne yaşanabilirse onu yaşarlar. Ersin ve Selda, biraz da Bünyamin. Ne kadar içilebilirse o kadar içerler Ersin ve Selda. Kuşku, bir insanın içini ne kadar çok kemirebilirse, o kadar oyar içini Bünyamin’in. Ve Şebnem üzerine ne kadar konuşulabilirse, ne kadar vicdan muhasebesi yapılabilirse o kadar yaptılar. Yine de derin bir nefes alamadılar. 

Ayşe Gülen Eyi
ayseguleneyi@gmail.com
 
 
Gölgelere tutunmak: Mağara Arkadaşları

İhtiyarladıkça yalnızlaşan, hayatı gittikçe monotonlaşan veya bir şekilde toplumun dışında kalıp kendi kabuğuna çekilen insan için yaşamak azaptır çok zaman. Tam da bu noktada, eğer yeterince şanslıysak, kendimize yeni bir tutku edinmemiz gerek. İşte Ayfer Tunç’un, Handan İnci ile yaptığı söyleşide (Ayfer Tunç’la Karanlıkta Kelimeler) “edebiyatımın anlamlı başlangıcı” olarak nitelediği Mağara Arkadaşları’ndaki (1996) tüm öykülerin ortak noktası da bu: Tutkuyu kaybetmek, hayattan uzaklaşmak ve yeni bir tutku aramak.

Toplam sekiz öyküden oluşan kitapta Ayfer Tunç, bu konuyu iki farklı yolla işliyor. İlk olarak karakterlerinin düşüncelerini sunuyor bizlere. İkinci olarak da adeta bir duyu olarak koyuyor bunu önümüze.
Bilinç sunumuyla başlayalım. Pek tabii bu farklı yaş gruplarında farklı şekillerde oluyor, bu nedenle öncelikle karakterler için, ihtiyar, orta yaşlı ve genç şeklinde bir gruplandırma yapmamız gerek.

İhtiyarların tavırları ağırlıklı olarak yaşlılıkla gelen bir yalnızlaşma ve değersizleşme şeklinde:

"Bezmin Hanım, kalitesindeki düşüşün fena halde farkında olduğu bu apartmanın, dolayısıyla kendisinin, gerçekte ne kadar saygıdeğer ve önemli olduğunu ispat edebilmek için bu hikâyeyi uydurmuştu." (s. 26)

Farklı bir karakter ise kendisine karşı daha acımasız davranıyor:

"İşte ben buydum. İçi boş siyah bir manto ve ayakkabılar." (s. 147)

"Genç kız yüzümü hatırladım. Aşksız, hülyasız, boş yüzümü." (s. 145)

Hayatın sonuna yaklaştıklarını hisseden karakterler, bu zamana kadar ne için yaşadıklarını veya bundan sonra ne yapabileceklerini düşünüyorlar. Buradan hareketle bir çıkış yolu arıyorlar. Bu yol bazen bir aşk olurken bazen de ölümü beklemeye ve ondan zevk almaya kadar varabiliyor:

"Ölümün bilinmeyişi ve yaklaştıkça yaşlı kalbine verdiği heyecan, sabırsızlıkla beklediği bir haz haline geliyor, yaşıyor olmanın sevincinin yerini, bu ümitsiz ve kırgın bekleyiş, bir gün o körebeyi sobeleyecek olmanın, mükemmel olduğunu düşündüğü hazzı alıyordu." (s. 102)

Orta yaşlılar ise tüm bir hayatı sorgulamak yerine daha çok bugüne odaklanıyorlar. Geçmişlerini düşünseler bile bu, geleceklerini düzenlemek yerine sadece bir övünme hâlinde kalıyor:

"Size kartımı vermedim değil mi? Buyrun bir tane vereyim, yanınızda bulunsun. Sizin bir işinize yaramaz biliyorum. Ama olsun, lütfen alın kartımı, lütfen alın. Alın ki, birtakım insanların gömlek ceplerinde, yeni alınmış yahut yıpranmış cüzdanlarının bir köşesinde bari olayım, yırtılıp atılıncaya kadar. Belki de unutulurum gömlek cebinde, köpük köpük bir çamaşır makinesinde erir, hamur olurum." (s. 209)

"Biliyor musunuz, gençken dört metreden ters perendeyle atlardım denize. O zaman vardım işte! Bundan eminim. O zamanlar vardım." (s. 203)

Gençlerde, artık geçmiş diye bir şeyden söz etmemiz mümkün değil. Onlar sadece bugüne bakıyorlar ve “kalplerindeki yumruktan” kaçmaya uğraşıyorlar sürekli.

Sonuç olarak, böyle bir gruplandırmanın bize verdiği şu: Karakterlerin yaşı arttıkça çıkarım yapma ve neden bulma potansiyelleri daha da artıyor. Gerçek hayatta da bunu “deneyim” ile açıklamak mümkün. Yine, bu deneyimlerde ve hayatlarda hiçbir olağanüstülükle karşılaşmıyoruz. Şöyle açıklıyor bunu Ayfer Tunç bahsettiğim söyleşisinde:

"Edebiyatımda Frisch’ten bulunacak iz belki onunkini andıran tuhaf melankoli, bir de sıradan insanların küçük, anlık hikâyelerine değip geçmemdir. Onun anlattığı, Thomas Bernhard gibi şiddetli, öfkeli olmayan ama gene de insanın içini ağrıtan bir hikâye. Varoluşsal bir yalnızlık var Max Frisch’te." […]

Dikkat çekici olan Tunç’un varoluşsal bir yalnızlıktan bahsetmesi. Mağara Arkadaşları’nda da gördüğümüz tam olarak bu “varoluşsal yalnızlık” işte. Dolayısıyla bu durum, bilinçli ya da bilinçsiz bir var olma, kendini var kılma problemi oluşturuyor onun karakterlerinde. Bu da onları yeni bir tutku aramaya yönlendiriyor. Ve yine bu tutku çoğu zaman yeni bir aşkta birleşiyor. Böylece biz, “sıradan insanın” var olma sancılarını izliyoruz sahne sahne.

Sahne sahne diyorum çünkü Tunç’un öykülerinin bir diğer yanı ise yaşanan sıkıntıyı, monotonluğu ve yalnızlığı adeta birer duyu olarak önümüze koyabilmesi, görünür ve daha görünür kılabilmesi ve hatta kulaklarımızda yankılanmasını sağlaması. İşte bahsettiğim ikinci yol ise bu. Bir örnekte:

“Kalktıktan sonra koridor boyunca yürüyüp, ana kapıya çıkıyorum, ana vanayı açıyorum. Ana vana, ana kapının hemen yanındadır. […] Kalkıyorum ana kapıya çıkıyorum, ana vanayı açıyorum.” (s. 203)

"Israrla tekrarlayarak, o yalnızlığı ve monotonluğu daha görünür kılıyor. Bir başkasında ise doğrudan okura yönelerek:
Dikkat edilirse sesimin boş odalarda çınladığı duyulabilir. Bakın Behiç diye bir bağırayım. BEHİÇ! Duydunuz değil mi?"
(s. 207)

Bizi Behiç’in yankılanan sesini duymak, onun çığlığını anlamak zorunda bırakıyor.

Sıradan insanların tekrarlarla sürüp giden hayatları içerisinde, artık bir yaşama amaçlarının olmadığı ya da böyle bir amaçlarının hiç olmadığını fark ettikleri anda attıkları sessiz çığlıklarla başlıyor öyküler ve çözümü genelde aşkta bulan bir tutku arayışıyla devam edip sonuca ulaşıyor. Artık rahatça diyebilirim ki, Ayfer Tunç bize sıradan insanı değil, her insanda olan fakat bazılarının henüz fark etmedikleri o tutku arayışını anlatıyor. Yani bizi bize gösteren bir ayna oluyor. İşte bu yüzden de Mağara Arkadaşları, Ayfer Tunç “edebiyatının anlamlı başlangıcı”dır.

 
Uğur Erden

ugurerden_@hotmail.com

Kırılan cam ve Aziz Bey


1999 tarihli bir uzun öyküden bahsediyoruz ve bizi hâlâ derinden etkiliyor, sarsıyor ve hırpalıyor. Kitabı ilk olarak 2006 yılında okumuş ve daha o an, kitaba adını veren öykünün tek kitapta basılması gerektiğini düşünmüştüm. Yakın zamanda Can Yayınları’ndan çıkan Ayfer Tunç’la Karanlıkta Kelimeler kitabında (Söyleşi: Handan İnci), aslında yazarın da düşüncesinin bu yönde olduğunu öğrendim. Ama olmamış, çünkü kitapta yer alan diğer öyküler kitap oluşturacak çoğunlukta değillermiş. Neyse geç oldu güç olmadı ve neticede bu uzun öykü, tek kitap olarak yayımlandı.

Ayfer Tunç’un Aziz Bey Hadisesi için öncelikle altının çizilmesi gereken iki şey var: Birincisi kitaba neresinden bakarsak bakalım kusur bulmak epeyce zor. Kusursuz bir metin sayılabilir. Çünkü bir öykünün taşıması gereken her şeye sahip. İkincisi Aziz Bey’in karakter olarak edebiyat tarihinde olmazsa olmazlardan biri haline şimdiden gelmiş olmasıdır. Aziz Bey, çok değişik ve kişiliği, mesleği, evlatlığı, psikolojik hali vs. gibi unsurların her birinden ayrı ayrı ele alınması gereken bir karakterdir.

Ayfer Tunç diğer öykülerinde (aslında burada bir parantezi açıp bu uzun anlatıya hem öykü hem de hikâye diyebileceğimizi de söyleyeyim. Çünkü hem klasik anlamdan hikâye türünün tüm unsurlarını taşıyor, hem de bazı yerlerde öyküye göz kırpan hamlelerde bulunuyor. Bu açıdan bakıldığında da Aziz Bey Hadisesi yıllardır süregelen tartışma konumuz olan "hikâye mi, öykü mü?" sorunsalına müthiş bir örnek olarak bize sunuluyor. Ne dersek diyelim şu bir gerçek olarak değişmiyor, Ayfer Tunç iyi hikâye anlatan usta bir öykücüdür.) klasik öykü anlatımını benimser ve sağlam bir kurgu ile ördüğü öykülerinde eski kelimelerin zengin çağrışımlarından yararlanır. Ayfer Tunç’un hikâyesini, öykü türünün iç şartlarını zedelemeden oluşturduğunu, insanın değişen yaşam koşulları içindeki tükenişini bütünsellik içinde yansıttığını ifade edebiliriz. Kurgu ve içerik yönünden çağdaş arayışların dışında kalmamakla birlikte, özgün görünme adına insan öğesini ihmal etmediği, tam tersine bütün çabasını insanı sanatsal bir varlık olarak yaratma yolunda gösterdiği de görülür. Aziz Bey Hadisesi’nde bizi sarıp sarmalayan başat şey hiç şüphesiz sahiciliktir. Metinde anlatılan her şey Aziz Bey’in her şeyi geride bırakıp gitmeye karar vermesinden sonra kapıyı çarptığında kırılan cam kadar gerçektir. Ve belki de bu kırılan camla birlikte Aziz Bey’in dağılan hayatının da hiçbir zaman bütünleşemeyeceği, bütünleşse bile hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının izleği biz okurlara verilir. Ki öyledir de, o saatten sonra artık Aziz Bey iflah olmaz biri hâline gelir.

Hemen kitabın başında anlatılan Zeki’nin meyhanesinde gerçekleşen olay, aslında okuru daha ilk dakikadan bir meraka gark eder ki bu merak kitabın sonuna kadar sürecektir. Ne olup bittiğini anlamak için metni dikkatle okumak gerekiyor. Çünkü merak unsurundan sonra öykünün kurgusu ilmek ilmek örülüyor ve kusursuz bir şekilde başladığımız yere yani Zeki’nin meyhanesine geliyoruz. Aziz Bey’in hikâyesine aslında çok da yabancı değiliz. Yazar, olayları anlatırken sinemasal anlatı tarzını benimser ve okur da sanki anlatılanları aynı zamanda izliyormuş havası uyandırır. Aziz Bey ulaşması güç olan Maryam’a âşık olur ve hayatını mahveder. Onu seven Vuslat ile zoraki bir evlilik yapar ve bu sefer onun da hayatını mahvetmede başrol oynar. Dedesinden yadigâr olan tamburisi onun belki de tek dayanağıdır. Ama sazından sürekli efkârlı ve kasvetli havaların dökülmesi değişen çağda meyhane sakinlerinin pek hoşuna gitmez. İnsanlar her zaman hüznün peşinde değildir, eğlenmek de isterler. Aziz Bey hiç oralı olmaz. O, kafasındaki hayallerle yaşayan, onca yaşadığı şeye rağmen burnundan kıl aldırmayan Aziz Bey’dir. Bu noktada kitaptan şu alıntı yerinde olacaktır: “İşte Zeki’nin meyhanesinde hadise çıkmasına neden olan Aziz Bey böyle dokunaklı bir hikâyenin benliğinde kapanmaz bir yara açtığı Aziz Bey’di. O yaranın acısını bastırmakla, ona genç yaşında ağır bir darbe indiren hayata karşı küstah durmaya çalışmakla geçirdi bir ömrü. Sonunda bu hazin hikâyede kimse kârlı çıkmadı.” 

Metnin derinine inildiğinde, öykü kişilerinin temel probleminin sevgiden mahrum kalış olduğu gözlemlenmektedir. Bir nevi tutunamama öyküsü olarak da okunabilir. Aziz Bey’in hayatı, yazarın da dediği gibi, tümüyle bir yanılgıdır. Zengin çağrışımlı diliyle, sağlam kurgusuyla, kendine ait bir üslup çıkarabilmesiyle, sevgiden mahrum kalış, sevgi arayışı temasını derinlemesine ve sahici bir biçimde işleyişiyle Ayfer Tunç, benim öykücülerim içinde ilk sıralarda gelen isimlerden biridir. Öykü türünün gerektirdiği teknik unsurları uygulamadaki başarısından ziyade onun tertemiz Türkçesi ve anlatım zenginliği okuru büyüler. Özellikle tasvir ve sonuç odaklı tespit cümlelerinin altı çizilmekle kalmaz, okurun zihninde hikâyeyi ölümsüz kılmaya yardımcı olur.

Aziz Bey Hadisesi, derdi “anlatmak” olan herkesin rehberi olacak bir kitap. Çünkü bu kitabın esas başarısı bize anlatının tüm unsurlarını çok iyi aktarmasıdır. Bu yönüyle bakıldığında hem okur hem de genç yazar adayları için bir başvuru metni oluyor kendiliğinden. Okuru daha çok okumaya, yazar adayını ise daha çok çalışmaya davet ediyor. Ayfer Tunç, ne yazarsa yazsın, popülerlikten uzak, gailesi yazmak ve anlatmak olan bir yazar. Yaşarken kıymetini bilelim, okuyalım yazdıklarını. Hem roman da hem de öyküde ondan öğrenecek çok şeyimiz var zira.

Yazıyı cam kırıklarından yola çıkarak yazdım, kitaptan tam da bu noktaya göndermesi olan bir alıntıyla da bitireyim: “Aziz Bey üzerine düşen cam kırıklarını silkeledi. O an, uzun ve ümitli bir yolculuğa çıkarken öfkeyle çarptığı kapının yere inen camı aklından geçti. Kırılan bir camla başlayan uzun serüvenin sonuna gelmişti.” 
 
 
Eyüp Tosun
tosuneyup87@gmail.com

 
Tükenişin sürekliliği
 
“Durgun sularda kendime baktım. Kendime dair küçük bir sevinç aradım. Yeni bir yol. Öyle sıcaktı ki hava, bulamadım.” (s.66)
 
Acıdan nasıl kurtulursun? Kendi sonunu getirerek mi? Acına son vererek mi? Ayfer Tunç, Kırmızı Azap’da iki seçeneği dışarıda bırakarak acısıyla yola devam eden insanların hikâyesini anlatıyor. Mutlu sonla biten öyküler okumuyoruz bu kitapta. Acı, üzerimize yapışıp kalıyor.
 
Kırmızı Azap, Taş-Kâğıt-Makas ve Aziz Bey Hadisesi içerisinde yer alan kısa öykülerle beraber dokuz öyküden oluşuyor. İnsanın hayal kırıklıkları, çırpınışları, hayat karşısında tükenişi öykülerin ortak noktası. Bu yönüyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anımsatıyor. Okurken, bu acı ne kadar gerçek olabilir diye öykülerin gerçekliğini sorguladığımız yerler oluşabiliyor. Bir noktadan sonra fantastik bir yere varıyor gibi dursa da hepsinin gerçek hayatta bir izdüşümü var. Bunların altyapısına baktığımız zaman aslında temelinin sevgisizlik, sevgisiz insanların, sevilmemiş insanların öykülerinin olduğunu görüyoruz. Bu altyapıyı görebilmek için yazarın Max Frisch, Freud okumaları yaptığını öğreniyoruz.  Ayfer Tunç, bu gerçekliği edebiyatında önemli bir yer tutan gözlem gücünden faydalanarak bir kurgu hâline getiriyor.
 
Öykülerin ortak noktalarından biri de manzaraya hâkim olan kış mevsimi, havanın soğukluğu ve sessiz mekanlar. “Soğuk Geçen Bir Kış”, “Kar Yolcusu”, “ Mikail’ in Kalbi Durdu” da havanın soğuk oluşu yorgun, yenilmiş, sevginin sıcaklığından mahrum, üşüyen insanlara denk düşüyor denebilir.
 
“Kadın Hikâyeleri Yüzünden” de ise kocasını sobanın başında bekleyen, onun sevgisinden mahrum bir kadının trajik sonu ve kocasının olmayan kadınlarla yaşadığı hayalî ilişkiler anlatılır. Bir noktadan sonra öykü, gerçekliği olmayan kadınları dert eden adamın sadistlik hikâyesine dönüşür ki bu da öykülerin ortak özelliklerini oluşturan yenilgiyi ön plana çıkarır. Aynı sadistçe duyguları “Mikail’ in Kalbi Durdu” da da görebiliriz. Semiramis, Mikail ve anlatıcı arasındaki aşk üçgeni Mikail’ in sonunu getirir. Mikail anlatıcının değişiyle “insanı intihara sürükleyecek kadar şanssızdır.” Öykü anlatıcısı ise Mikail’ in zayıflığının üzerine gidebildiği kadar gider. Bu aşk üçgeninde hepsinin yaşadığı derin acılar tabii ki mutlu sonla bitmez. Yine aynı durum, sadistlik, “Kar Yolcusu” öyküsünde dağlar arasında yalnız yaşayan, kimsesi olmayan Eşber’ in, Fidan’ı kaybetme korkusunda ortaya çıkar. Fidan’ ın kendisi için bir hediye olduğuna olduğuna inanan Eşber ile Eşber’ in elinden kurtulmak isteyen Fidan’ ın hikâyeleri çok çarpıcı bir şekilde sonlanır. Tabii sadistliğin dışında bu öykülere kadın-erkek ilişkileri olarak bakıldığında bir ‘erklik sorunu’ okuması da yapılabilir. Sorunlu ilişkileri olan insanların kökenine inildiğinde egoist bir ruhun delirmesi olarak da okuyabiliriz. Yazar bu açıdan birçok kapı açıyor.
 
Ayfer Tunç kendisini devamlı yenileyen bir yazar. Yazdıklarında deneysel ve daha yeni meseleler edindiği görüyoruz. Kitaplarında da konuyu değil, konuyu nasıl anlatacağını mesele ediniyor. Bu biçime de yansıyor. Örneğin “Taş- Kâğıt-Makas” bu açıdan dikkate değer bir öykü. Bu öykü "Keder, Mesafe, Yedi Yıl, Yedi Ayın İçinde On Gün, Yıllar, Son Buluşma" bölümlerinden oluşuyor. Öyküde iki anlatıcı var. Biri Emir diğeri ise çocukluk arkadaşı. İkisinin hesaplaşmalarını okurken bir yandan Emir ile eşi Karagül’ ün enteresan ilişkilerine dönüyoruz. İkisi de çocuk eksikliğini gidermek için bir oyun oynamaya karar verirler: Taş-Kâğıt- Makas. Çocuk özlemi çektikleri an birbirlerinin çocuğuymuşçasına davranırlar. Ortaya çıkan enteresan ilişkiye daha fazla katlanamayan Emir, gerçek bir ilişki yaşamak ister. Bankacı, tüccar, birkaç kadınla birlikte olur. Birbirlerini hayatlarının belli bir merkezine koyamamaları, kimliksizlik hâli ikisinin de sonunu getirir.
 
“Kaybetme Korkusu” beş bölümden oluşan, konusu itibariyle de özgün bir öykü. Çerçeve anlatılarla kurulan öykü, Süsen’ in enteresan hikâyesinde birleşiyor. Anlatıcının, Safir’ in, Süsen’ in, emlakçının, hayat kadınının, komşuların hikâyeleri çerçeve halinde sunuluyor. Herkesin evinin ortasındaki avlu ise her birinin ortak noktası oluyor.  Esas mesele ise Süsen’ in kaybetme korkusu. Süsen’ in annesi bağıra bağıra ölür. Küçük yaştayken annesini kaybettiğini öğrenen Süsen’ in yüzü morarır, vücudu kitlenir, nefes alamaz. Kaybetme korkusu ile yaşadığı şok, bir ömür sürecek olan hastalığı da beraberinde getirir. Babasının elinden tutmasıyla kurtulan Süsen, bir saniye dahi babasının elini tutmadan yaşayamaz. Yaşı ilerledikçe sorun hâline gelen bu durum Süsen’ in evliliğinde de devam eder. Süsen’ in eşi Safir bir gün eve geç kalır. Süsen kaybetme korkusunun travmasıyla balkondan avluya kendini atar. Avlu, herkes için mutlulukken Safir, Süsen ve yazar anlatıcı için karamsar bir mekâna dönüşür.
 
“Fehime”, noktalama işareti kullanılmadan, bir çocuğun zihninden geçenleri olduğu gibi yansıtan bir öykü. Fehime bir gün kardeşi Tahir ve teyzesi ile Kuşadası’ na kitap satmaya gider. Teyzesi sevgilisiyle buluşup ortadan kaybolunca iki çocuk teyzelerini ararlar. Sahildeki büyük gemiye teyzeleri aramak için girdiklerinde gemideki adam tarafından dondurma ve yemekle kandırılıp, kamaraya kilitlenip tecavüze uğrarlar. Fehime’nin gizlice açtığı telefon ile kurtulurlar, ailelerine teslim edilirler. Fehime,  bu öyküde bir anlatıcı olarak her şeyi unutmak istercesine, içini dökercesine konuşur. Yazarın noktalama işareti kullanmaması da anlatıcının her şeyi hızlıca söyleyip bitirmek istemesinden doğmuş olabilir.
 
“Kırmızı Azap”  yazar ve karakterleri arasındaki ilişki üzerine düşünülerek yazılmış bir öykü. Anlatıcı konusunda Ayfer Tunç’un yeni bir şey denediğini görüyoruz bu öyküde. Burada bir yazarın yazarlık hallerini, karakter, mekân, öykü yaratma sorunlarını, yazarın kendi karakterlerinden dinliyoruz. Bir noter, bir delikanlı, eskici ve anlatıcı yazarlarının onları hangi öyküde nasıl birleştireceğini merak ediyorlar ve başlarına ne gelirse yazarlarının yönlendirmesiyle olduğunu biliyorlar. Aynı zamanda bu karakterler, aynı kitapta bir önceki hikâyenin kahramanlarının öykülerine denk düşmeleriyle de dikkat çekiyor.
 
Ayfer Tunç, ‘neyi anlatmalıyım’ dan ziyade ‘nasıl anlatmalıyım’ a önem verdiği için 1990’ lı yıllarda yazdığı bu öykülerinde yeni biçimler, yeni üsluplar deniyor. Bu yenilik arayışı ile öyküleri de damakta edebî bir tat bırakıyor.
Esin Hamamcı
esinhamamci@windowslive.com
Hikayenin aslını kimseler bilmiyor
 
Ayfer Tunç’un “Kibir” öyküsünü okurken kitaba ara verip Beyazıt Kulesi’nin renklerinin ne anlama geldiğine bakarken buluyorum kendimi. Hava durumuna göre değişen ışıklardan, mavi; havanın ertesi gün açık olacağını, yeşil; havanın ertesi gün yağmurlu olacağını, sarı; havanın ertesi gün sisli olacağını; kırmızı; havanın ertesi gün karlı olacağını haber veriyormuş.

Gelelim kendimizi neden Beyazıt Kulesi’nin renklerini araştırırken bulduğumuza. “Kibir” öyküsü, her şeyi terk edip kendini Beyazıt Kulesi’nin tepesinde bulan, burada oturmaya başlayan, kimselerin okumadığı şiirler yazan, kulenin tepesinden İstanbul’u seyreden, hava durumuna göre ışıkları yakıp söndüren bir adamın geride kalanlarının öyküsü. Herkesi terk eden bir adamın kibrini yükseklik metaforu üzerinden okuyoruz bu öyküde. "Kibir" öyküsünde anlatıcı her şeyi terk eden bu adamı kardeşi. Onun gözünden görüyoruz geçmişi. Bir hafta önce evin bahçesinde donarak ölmüş ve geriye “elle yazdığı dokuz sayfalık bir hikaye” bırakmış. Bu dokuz sayfalık hikaye ise yazarın 1989 yılında çıkardığı Saklı kitabındaki “İhtilaller Neye Benzer” öyküsünün kendisi. Evvelotel kitabındaki, yazarın 2005 yılında yazdığı “Kibir” öyküsü “İhtilaller Neye Benzer”i açan, kurmacayı ve kurmacanın sınırlarını genişleten bir metin. Bu durum sadece bu iki öykü için geçerli değil.
 
Karakterlerin ve durumların/olayların, başka karakterlerin bakış açısıyla da anlatılması durumu Ayfer Tunç öykücülüğünün önemli bir kısmını oluşturuyor. Zira Evvelotel'deki dokuz öykü Saklı'daki dokuz öykünün üzerine inşa edilmiş. Saklı’daki melankolik karakterlere şiirsel bir dil uygun görülürken karakterlerin hayata bakış açısı değiştikçe dil de sertleşmiş, keskinleşmiş; Evvelotel’in yeni ve değişen karakterleri, yeni ve değişen dilleriyle ortaya çıkmış.
 
Karakterlerin ve temaların hatta geçmişin yeniden üretilmesi durumu yazarın kafasında kahramanların yaşamaya sürekli devam ettiğini, kurmacanın sonu olmayan bir süreç olduğunu gösteriyor. Yazar aradan geçen on yedi yılda meselelere artık eskisi gibi bakmadığını, birtakım temalara yaklaşımındaki değişikliği edebiyatın dönüştürücü gücünden yararlanarak veriyor. Karakterleri, öykü anlayışını, biçimini, temaları, dili yeniden kuruyor.  Bu kurma aşamasında ise kendi yazarlığıyla ve ilk öyküleriyle çoğu zaman bir hesaplaşmaya gidiyor. Saklı’daki öykülerde gençlik çağının duygusallığıyla anlatı melankolik bir havaya bürünüyor ve kurgu, gerçekliği yenebileceğini düşündüğü bir kanalda ilerliyor fakat Evvelotel’de kurgu/gerçeklik çekişmesinde gerçeklik mikro anlamda öyküde geniş anlamda edebiyatta ve hayatta galebe çalıyor. Evvelotel’de keskinleşen, şairâne tavırdan uzaklaşan, yeni bir dille öyküsünü gerçeğe yaklaştıran yazar Saklı’daki “Yüreğin Mahallesi” öyküsününün anlatıcısı için Evvelotel’in "Serim-Düğüm-Çözüm" adlı öyküsünde şunları söyler (Bunları on yedi yıl önce bu öyküyü yazan kendine, getirdiği bir özeleştiri-bir tür günah çıkarma olarak da okuyabiliriz): “ Söz konusu hikaye, çözümü düğüme gömülmüş; serimi, ancak genç, coşkulu ve fakat başarısız bir yazarın kaleminden çıkabilecek tarzda, masumiyet kokan aşk beklentisiyle ağdalanmış; klişeye meyleden söyleyişlerle dolu, zayıf bir hikayedir. Yazar, ana temayı sözcükleri olsun yenilemeyi beceremeden metin boyunca tekrarlamış, hikayeyi kuvvetli bir omurga üzerine inşa edememiştir. Her ne kadar o sıralarda eline geçen her romanı okuyor olmanın verdiği edebi heyecanı bir parça yansıtmayı başarmış, aşk ve yalnızlık gibi temalarda taze sayılabilecek bir iki unsur yakalamışsa da, hepsi budur. Metinde toplumsal ya da bireysel kuvvetli bir zemin arayışı hissedilmez, daha çok şiirsel olmak isteyen bir söyleyiş egemendir.”
 
Buradaki “Masumiyet kokan aşk beklentisi” yazarın edebi serüveninin odağındaki “aşk”ın Saklı kitabı için geçerli olan şeklidir. Evvelotel’e gelince aşk; daha sığ, yıkıcı, çoklukla zarar veren, çıkara dayalı ilişkilerin belirlediği bir boyut alır. "Saklı" öyküsünde bir ömür süren karşılıksız aşk anlatılır; aşık olduğu erkek onu terk ettikten sonra Zembilli göçmen ile evlenen Süslü Yenge bir ömür boyunca aşık olduğu erkeği ona bir çift söz söylemek için bekler ve kapı kapı dolaşıp aşkını anlatır. "Saklı"nın yeniden üretildiği "Evvelotel" öyküsünde ise aşkın yuva yıkan, aileleri parçalayan, çocuklara travma yaşatan halleri karşılar bizi.

Bir söyleşisinde  “Aşk üstüne üretilmiş klişeler düşünce dünyamızdaki zenginliğe işaret etmez, aksine, aşkın klişe hallerine vurgu yaparak klişeyi yeniden üretir. Sorun çoğunlukla aşkta değil, bitişindedir üstelik. Büyük sarsıntıların izdüşümleri de kuvvetli olur, bu nedenle derin yaralarla biten aşkların hikâyesi kuvvetlidir.” diyen yazar öykülerindeki hayat hikayelerini de bu yaralarla örer. "Kibir"de abisinin sevdiğiyle evlenen  kardeş, "Acılezzet"te pencerenin önünde Nesim gelecek diye bekleyerek yıllarını geçiren Madam'ın doğru yazılmasını istediği öyküsü, "Hiçbir Hikaye Göründüğü Kadar Temiz Değildir"de boşanma davası açan ve evden bir iğne bile götürmesin diye kapı kilitlerini değiştiren Neşide ve kocasının çıkmazı ile Selva Hanım’ın Adabey’le olan yasak-yalan aşkı anlatılır. Öyküde anlatıcı Selva Hanım’ın anlattıklarının gerçek olmayışına sinirlenir; “Nerdeyse inanıyordum” dedim.  "Saf aşka.” diyerek Selva Hanım’ın üstüne yürür. Burada kızdığı kendisine yalan söylenmiş olması değil saf aşkın gerçekliğinin yalanlanmasıdır. Doğru’da karısını genç bir kızla aldatan koca, Tevekkül’de kadın yüzünden hayatını derin sularla çevrelemiş ve olduğu yerde kalmış yapayalnız ve amaçsız Cafer anlatılır ve Tevekkül’ün anlatıcısı “Her şeyin naylondan olduğu bir çağda hâla seviyormuş gibi yapmak ne zor şey diye düşündüm…” diyerek aşkın işlenişini özetler. "Serim-Düğüm-Çözüm"de anlatıcı beğenmediği aşk hikayesini gerçekçi bir sonla yeniden yazar.

Öykülerde dikkate değer noktalardan biri de geçmiş ve geçmiş kavramının ele alınış şeklidir. Kahramanı mutsuz eden her şey geçmişte yaşanmıştır ve gelecek bir umut vaat etmemektedir. Bugüne yöne veren geçmiştir ve geçmiş, travmanın sebebidir. Çocukluk iyimserlikle anılacak bir dönem değildir, çoğu zaman bugündeki mutsuzluğun kaynağıdır. Çocukluk kavramı yazarın ilk öyküsü "Saklı"da ortaya çıkar ve yazarın öykü serüveni boyunca öykücülüğünün anahtar kelimelerinden biri olarak süregelir. Sözgelimi "Saklı" öyküsünde geçmişi aralayıp çocukluğunun Süslü Yenge’sini hatırlayan anlatıcı çocukluğu özlem duyulacak bir kavram olarak değil, gidenlerin yüze dolan çizgilerin, giden yılların başlangıç çizgisi olarak görür. Evvelotel’de yine Zembilli’nin oğlunun gözünden otuz yıl öncesine gidilir. Bu defa çocukluk otuz yıl önce anlatıcının kendisine travma yaşatan sahneyle karşımıza çıkar. Yaşadığımız Yerler öyküsünde geçmişle ve çocukluğuyla yüzleşmeyi tercih eden anlatıcı; “Çocukluk denen o garip şey, yıllar sonra çıktıkça gün ışığına her şey ne kadar başka, her şeyin anlamı ne kadar değişmiş” diyerek değişen şeylere yeni anlamlar bulmak için serer geçmişi önüne. Hüzünlü hülyalı çocukluğuna yeni hüzünler ekler. Su öyküsünde anlatıcı çocukluğunu aralayarak anlatır kaybettiği babasını keskin bir acıyla hatırlayarak.
 
Hikaye etmek, hikayenin yazılışı yazarın öykülerinde önemli bir meseledir. "Acılezzet"te Madam hikayeyi kiracısına yeniden yazdırmak ister, "Kibir"de anlatıcı abisinin yazdığı hikayeyi beğenmez, "Serim-Düğüm-Çözüm"de anlatıcı hikayeyi beğenmez ve yeni bir dille yeni bir son yazar, "Hiçbir Hikaye Göründüğü Kadar Temiz Değildir"de anlatıcı Selva Hanım’ın anlattığı hikayeyi beğenmez, aslını öğrenmek için yola koyulur. Esasen bütün öyküler hep bir “hikayenin aslı” serüvenidir ve hikayenin aslını öğrenmek için yazarın kamerası karakterler üzerine zoom yapar, çünkü "Saklı"da anlatıcının söylediği gibi; “Hikayenin aslını kimseler bilmiyor.”
 
Aslolan hikayeyi anlatmak içinse öykülerdeki her karakter bir hikaye donanır, karakterin önemli önemsiz oluşu fark etmez; karakter ağacı dallandıkça yeni hikayeler oluşuverir hepsine ait. Herkesin tek tek ve acıklı bir hikayesi vardır, hikayesi olmayan giremez.  Karakterin kendi dünyasıyla kendi gerçeğini anlatmaya çalıştığı bu öykülerde, öykü türünün kısıtlı zaman dilimine rağmen öyküye başlangıçtan sona doğumdan ölüme bir hayatı sığdırır yazar. Hayattan bir kesit almaz, bir kesite hayatı alır; bu yönüyle sırtını klasiğe yaslamış bir tahkiyeci ile kendi metinleriyle metinlerarası bir denemeyi gerçekleştiren postmodern bir yazarın arasında bir yerde durur.
 
İpek Bozkaya
ipekbozkaya@hotmail.com


Yazının kaynağı: http://sabitfikir.com/dosyalar/odakyazar-ayfer-tunc-i


http://sevalsahin.com/detay/4/258/Odak-Yazar--Ayfer-Tunc-I
Odak Yazar / Ayfer Tunç I