Odak Yazar: Murat Gülsoy (Dosyalar)

Odak Yazar: Murat Gülsoy

Ana Sayfa | Blog | Odak Yazar: Murat Gülsoy (Dosyalar) - 6.03.2019

Odak Yazar: Murat Gülsoy

Murat Gülsoy, Karanlığın Aynasında, Baba, Oğul ve Kutsal Roman, Binbir Gece Mektupları, İstanbul'da Bir Merhamet Haftası, Gölgeler ve Hayaller Şehri, Nisyan, Bu Filmin Kötü Adamı Benim, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, Tanrı Beni Görüyor mu?, Sevgilinin Geciken Ölümü, Öyle Güzel Bir Yer Ki


İki Âlem Arasında: “Berzah”ta…

“Ölüm bir süreçtir, bizi tanıyan son kişi öldüğünde tamamlanan bir süreç.” (s. 36)

 

Belki de en çok, sevdiğimiz birini kaybettiğimizde anlarız yaşamın değerini ve ölümün acı gerçeğini. O, yok olup gittiğinde onunla geçen zamanlarımız hafızamızdan uzun bir süre çıkmaz ve hatta onu rüyalarımızda yaşatmaya devam ederiz, sanki hiç ölmemiş gibi. Onun öldüğü bir gerçektir. Bunu zor da olsa kabulleniriz. Fakat sevdiğimiz günün birinde ya yaşayan bir ölüye dönüşürse? İşte bunu kabullenmek, öldüğünü kabullenmekten daha zor olacaktır. Çünkü daima bir muğlaklık, bir arada kalmışlık söz konusudur. Ölü değildir, ancak yaşıyor da denemez. İşte bu hepsinden çok acıtır… Çünkü o ruh artık “berzah”tadır…

Vücudumuzu yöneten beynimizin akıl almaz işlevleri insanoğlunun geçmişten günümüze üzerinde düşündüğü temel konulardan biridir. Murat Gülsoy da bu ilişkinin kendisinde her zaman merak uyandıran bir konu olduğunu Erdem Öztop’la Cumhuriyet Kitap’ta yaptığı söyleşide dile getirir. Gülsoy, “Bir yandan tüm zihinsel etkinliklerin beynimizin ürünü olduğunu biliyoruz ama bir yandan da tüm o etkinliklerin karmaşık yapısını çözemiyoruz. Felsefenin doğduğu günden bu yana insanlığın düşünce tarihinde en temel sorunlardan biri olan akıl meselesi benim için entelektüel bir heyecan kaynağı olma durumunu hiç yitirmedi.” diyerek aklın kendisinde uyandırdığı merak ve ilgiyi ifade eder. 

 Buradan yola çıkan Gülsoy, 2005’te yayımlanan Sevgilinin Geciken Ölümüisimli romanında okuru, ölümle yaşam arasında sıkışan Serap ve Cem’in hayatına ortak ederken aynı zamanda düşünmeye ve hayatı sorgulamaya sevk ediyor.  İnsan vücudunun gizemli hallerini PVS, (persistent vegetative state) yani bitkisel hayat diye tabir ettiğimiz, bazen mucizevî örneklerine tanık olduğumuz o iki dünya arasındaki hastalıkla okura sunuyor. Beynin tüm fonksiyonlarının son bulduğu, kalbin çalıştığı fakat hastanın bir mucize gerçekleşmezse ölümüne kadar bakıma muhtaç olduğu amansız acı bir hastalık üzerinden, ölüm ve yaşam arasındaki gelgitleri, akıl ve beden ilişkisini sorguluyor Sevgilinin Geciken Ölümüromanında. 

Roman, daha ilk başta ismiyle bir merak unsuru oluşturuyor okurda. “Geciken ölüm” kelimesi kulağa ürkütücü geliyor. Ölümü beklenen birinin ölümle yaşam arasında verdiği amansız mücadele… Bu bağlamda romandaki temel meselenin ölüm-yaşam, akıl-bilinç-ruh-beden gibi izlekler üzerine kurulduğunu görüyoruz. 

Roman, “Öncesinde” ve “Berzah’ta” şeklinde iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm, iki sayfadan oluşan Cem ve Serap’ın geçmişteki yaşantısına ait oldukça kısa bir kesit şeklinde veriliyor. Ruhlar âlemi anlamına gelen “Berzah’ta” bölümü ise Cem ve Serap’ın kazadan sonraki gerçekle hayal arasındaki hayatını gözler önüne seriyor. Cem, işinde oldukça başarılı bir gazeteciyken bir anda hayatlarına kâbus gibi çöken kazadan sonra işini bırakıp kendisini karısının bakımına adayan bir adama dönüşüyor. Cem, Serap’ın bakımını aksatmadan büyük bir özveriyle yapıyor. Bunu yaparken Serap’la daima içten içe konuşuyor. Diğer bir deyişle Serap, Cem’in zihninde hayat buluyor. Bu anlamda romanın büyük bir bölümü iç monologlar şeklinde ilerliyor. Bu konuşmalar sırasında sık sık geçmişe gidilerek Cem ve Serap’ın iç dünyaları gün yüzüne çıkıyor, itiraflar peş peşe geliyor. Okur da bu noktada psikolojik gerilimi hissediyor. Cem’in stajyeri Aslı’dan hoşlanması ve Serap’ın da ortağı Erkan’a karşı birtakım duygular besliyor oluşu bir gerilim unsuru oluştursa da çifti birbirinden koparmıyor. Elinde bebek telsiziyle odalar arasında mekik dokuyan Cem’in sürekli Serap’la oluşu bir bakıma onun da yaşayan bir ölüye dönmesine sebep oluyor. Cem, eve Serap’ı ziyarete gelenlerle yaşadığını hatırlıyor denebilir. Ancak Cem’e en çok yaşadığını hissettiren kişi ise yine Aslı oluyor. Yan yana olamasalar da Aslı’dan gelen uzunca bir itiraf mektubu Cem’i hem şaşırtıyor hem de ona var olduğunu hissettirip, dış dünyayı hatırlamasını sağlıyor. Diğer yandan Serap’tan da kopamayan Cem içinde yeşerttiği umutla Serap’ın bir gün “berzah”tan kurtulup geri döneceği günü hayal ederek yaşamını sürdürüyor. Bunun bir hayalden öteye gidemeyeceğinin de farkında olarak... Zaman zaman Serap’ın sesini duyan ve hatta onu salonun ortasına gelmiş ona bakarken bulan Cem’in zihni ona oyun oynasa da Cem, Serap’a bakmaktan asla vazgeçmiyor. 

Cem’in hikâyesinin yanında romanda başka hayatlara da yer veriyor yazar. Serap’ın, onları bir kadın uğruna terk eden babasının hikâyesi veya karısını öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan ve üçüncü sayfalarda haber olan Neşet Akıncı’nın mistik hikâyesi de ana hikâyenin içinde hayat buluyor. Bunların yanında Yedi Uyurlar efsanesini, Mimar Sinan’ın Selimiye Camii’ndeki ters lale figürünün sırrını veya Meryem Ana’yı içine alan çeşitli hikâyeler de romanda kurguyu genişleten birtakım unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Böylece metin çok katmanlı bir yapıya bürünüyor ve kurgunun ağır atmosferi kırılarak okurun dikkati farklı dünyalara çekiliyor.

Hikâyelerin iç içe geçtiği bu romanda yazarın, tüm anlatılanları yirmi dört saatlik bir zaman dilimi içerisinde sunması kitabın en önemli taraflarından biri. Koca bir hayatın ve pek çok hikâyenin sadece tek bir güne sığdırılabileceğini de büyük bir başarıyla gösteriyor yazar. Ana kurgunun içinde yer alan hikâyelerin toplandığı tek nokta ise Cem ve Serap’ın hastaneyi andıran steril evidir. Serap’ın babası kendi hikâyesini burada anlatır veya Neşet Akıncı iç dünyasını yine burada açar Cem’e. Dağınık gibi duran hikâyelerin aslında burada kesişerek bir bütünün parçaları olduğunu görürüz. 

Böylesine dokunaklı bir konunun farklı hikâyelerle perçinlenerek kurgulandığı Sevgilinin Geciken Ölümübir yandan Cem ve Serap’ın acısını yüreğimizde hissettirirken diğer yandan da hayatı sorguladığımız çoklu okumalara açık bir roman.

 

Ceren YücelMECAZDA KAYBOLANLAR

Gülşah Küçükşahin

Baba Oğul ve Kutsal Roman, Murat Gülsoy’un 2012 yılında Can Yayınları tarafından yayımlanan romanı. Eser, 2013 yılında Notre Dame de Sion Edebiyat ödülüne sahip olmuş.

“Son zamanlarda her şeyin ne kadar tuhaflaştığının farkında mısınız?” diye başlıyor roman ve okur, roman boyunca tuhaf kelimesinin gölgesi altında sürdürüyor deneyimini. Adsız anlatıcı-karakterimiz bir yazar. Onun serüvenine, ilk olarak yazdığı hikâyelerle dahil oluyoruz. Bir nevi kurgu içinde kurgu. İlk hikâye Beddua; uyku hâlindeki anlatıcının sitem dolu hezeyanlarından oluşuyor. Duvara Asılı Tüfek Patlarise mecaza sürüklüyor bizi. Hem okuru kandırıyor hem de roman kişilerini.

Tuhaflık devam ediyor. Hikâyeleriyle tanıştıktan sonra anlatıcı-karakterin kendisiyle karşılaşıyoruz. Donanımlı, kültürlü, entelektüel kişiliği bir süs gibi köşede dururken okur onu rüyalarından çözmeye çalışıyor. Kıtmir adını verdiği köpeğinden ve durmaksızın konuşan iç sesi Gollum’dan.  Derken anlatıcı-karakteri bir sorgu odasında buluyoruz. Roman birden polisiyeye evriliyor. Adına daha önce anlatıcı-karakterin rüyasından aşina olduğumuz, ölüm döşeğinde yaralı bir kadın: Asena.

Tuhaflık devam ediyor ve roman şimdi başlıyor. Sorgu odasındaki anlatıcı-karakter zamanda geri dönüşler yaparak anlatıyor hikâyesini ve olayı aydınlatıyor. Yıllar öncesinden gelen kırık bir aşk hikâyesinin kahramanı Asena. Duvara asılı tüfeğiyerinden oynattıracak kişi. Anlatıcı-karakteri bambaşka duygulara sevk ediyor: babalık.

Tuhaflık devam ediyor ve biz Asena paralelinde Merve’yi tanıyoruz. Lise çağında köpeği Robini dolaştırmaya çıktığında anlatıcı-karakterle tanışan, Nabokov okuyan kız. O da anlatıcı-karakteri bambaşka duygulara sevk ediyor: Gençlik heyecanları.

Okur bir yandan balkondan düşen Asena’nın fâilini merak ediyor, bir yandan Asena’nın kardeşi sandığımız oğlu Emir’in babasını. Bir yandan da acaba diyor, anlatıcı-karakter genç Merve’ye ne hissediyor?

Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ın vitrini böyle. Tuhaflıklara alışan okur yavaşça rüyaları farkediyor. Anlatıcı-karakterin bitmek bilmez rüyalarını. Merve’nin dedesinin olağanüstü rüya deneyimlerini. Tanpınar’ı, Oğuz Atay’ı,Orhan Pamuk’u, Kafka’yı.

Tanpınar’ın o bilinen dizeleriyle gerçekliği sorguluyor okur. Zamanın gerçekliği, mananın gerçekliği, kurgunun gerçekliği ve romanın gerçekliği. Ne içindeyiz romanın ne de büsbütün dışında.

Murat Gülsoy’un akıcı üslubuyla, kimi zaman gergin, kimi zaman meraklı kimi zaman da alaycı bir gülümsemeyle son sayfaya geliyoruz. Yazar olan anlatıcı-karakter engin edebî bilgileriyle besliyor bizi aynı zamanda. Öğrendiğimiz bilgilerle görece tatmin de oluyoruz: Emir’in babası Teo’dur. Asena yaşar. Merve Japonya’ya gider. Dede ölür. Tuhaflık hâlâ devam eder.

Katharsis’e ulaşmak amacıyla eski karısına mektup yazmayı deneyen anlatıcı-karakterin bilinç akışında, bu tuhaflığın sebebini yakalayıveririz:

“Roman ne de olsa kocaman bir yalan.

(…)

Ruhum devlet binası gibi zaten. İlk sarsıntıda kolonlar kirişlerden ayrılıyor. Kum yerine çakıl taşı koymuşlar, nereden kâr edeceklerini şaşırmışlar. Kimler mi? Mecazın içinde kayboldukZuhal.” [S.222]

Roman kocaman birer yalandır, tüm bu tuhaflık anlatıcı-karakterin rüyasıdır belki. Baba, Tanpınar’dır. Oğul anlatıcı-karakter. Okuduğumuz kutsal romandır ve hepimiz kaybolmuşuzdur mecazın içinde.

 

 

Parçadan Bütüne Bir Anlatım: Binbir Gece Mektupları

 

Ezgi Bilgi Gümüş

 

Murat Gülsoy'un 2003 yılında yayımlanan Binbir Gece Mektuplarıisimli öykü kitabı tüm öykü anlatıcılarıyla Şehrazat arasında bağ kuran yazar tarafından bu bağın somutlaştırılmış hâlidir. Fakat bu kez Şehrazat'ın hayatını kurtarmak için anlattığı öykülerin yerini "Binbir Gece Mektupları" anlatısının yazarının "kanıksanmış bir hayatın sıkıcı günü"nden kurtulma amacıyla yazdığı öyküler alıyor.  Günün sıfatı olan sıkıcılığın içi ise ölüm korkusu, tekdüzelik, gerçeklikle kopan bağ ile doldurulabilir. Dokuz öykü ve bir de mektuplar toplamını içeren anlatıdan oluşan öykü kitabında "Binbir Gece Mektupları" kısmında yer alan dokuz parça her öykünün bir mektubu olduğunu sezdirir. Tüm öykülerin bitiminden sonra bu dokuz parçalık anlatıyı okumak ve okunan her parçanın daha önce okunan öyküsü nedeniyle tanıdık gelmesi okuyucuda ikinci bir okuma için iştah kabartır. 

Dokuz öykü birbirine hem gerçeklikten kopup yeni büyülü bir dünya yaratma noktasında hem de hepsinin bir mektubun yoldaşı olması noktasında bağlanır. Dokuz mektup parçasının toplandığı "Binbir Gece Mektupları" anlatısı "Ağırlaşmış havayı dağıtmak için pencereyi açtığımda yüzüme çarpan taze kar soğuğu o âna kadar birikmekte olan bir şeylerin zihnimde tamamlanmış olduğu etkisi yaratıyor." kısmıyla başlar ve okuyucu ilk öyküden itibaren bu tamamlanmışlığın parçalarının izini sürer. 

Öykülerin çoğunluğunda baş karakter olan tutunamamış kişiler ve öykülerin ortak teması ölüm, yalnızlık, yabancılaşma bütünlüğü oluşturan en önemli unsurlardır.  "Tutunamayan" karakterlerin bir diğer ortak özelliği ise hikâye yaratıcısı olmaları ve bu yarattıkları hikâyeler yoluyla kendi dayanılmaz hayatlarından kaçma istekleridir. "Madam Anna'nın Ortaya Çıkışı" öyküsündeki öykü kişisi akışından memnun olmadığı hayatından sıyrılabilmek için gerçeküstü bir hikâye yaratır. "Gerçekliğe Bir Adım" öyküsünde ise arkadaşlarıyla beraber çıktığı pikniği biraz olsun katlanılabilir kılmak için öykü kişisi yine çözümü hikâye yaratmakta bulur. "Tele-dedektif" öyküsünün yazar öykü kişisi ise istem dışı dahil edildiği bir öykünün oluşmasına katkıda bulunur.  Bu karakterler, "Binbir Gece Mektupları" öyküsünün kanıksanmış hayatından mektupları yoluyla kurtulmaya çalışan anlatıcıdan birer parça taşır. Ortak noktaları ise hayatlarındaki, kurgu yoluyla sıyrılmaya çalıştıkları dayanılmazlıklardır.

Öykü kitabındaki "Elden Ele", "Sigarayı Bırakmanın En İyi Yolu" öykülerinde ise farklı anlatım biçimleri kullanılır. "Elden Ele" öyküsünde bir paranın el değiştirmesini takip ederek farklı hayatlara geçiş yapılır. "Sigarayı Bırakmanın En İyi Yolu" öyküsünde sigarayı, her sigara içtiği anda neler hissettiğini yazarak bırakmaya çalışan, yazmayı zorunluluk hâline getirmiş bir öykü kişini okuruz. Öyküyü okuduktan sonra öykü kişisi ile bu öykünün mektubunda "Yazılmayan hiçbir şeye inancım kalmadı." diyen ve bir şeylerden kurtulma yolunu yazmaya bağlayan, "Yazmadığı her an ölü" olan anlatıcı arasında bütünleştirici bağlar bulunur.  

Binbir Gece Mektupları, bir öykü kitabı gibi birbirinden bağımsız gibi duran öykülerin okumasıyla da gayet keyifli bir okuma sağlar. Fakat, ilk dokuz öyküde durumları, olayları, konuşmaları kısacası olmuş bitmişleri okurken bu öykülerin ardından gelen dokuz mektubun toplandığı son anlatıda yazanın iç dünyasına, psikolojik durumuna yoğunlaşabilmek ve bu sayede bir bütünlüğe ulaşabilmek okuma hazzını oldukça arttırmaktadır.


“Sıradan Yaşantının İçine Doğru Büyüyen Gerçeküstü Unsur”

Yağmur Yıldırımay

yagmuryildirimay@gmail.com

 

Murat Gülsoy’un kullandığı teknik ve romanı kurgulama biçimi olarak farklı bir yerde duran İstanbul’da Bir Merhamet Haftası adlı romanı, roman kahramanlarına, kendilerini irdelemelerinde, kendi gerçeklerini ortaya çıkarmalarında alışılagelmişin dışında bir yol izlettiren romanıdır. Kitabın yazılmasına vesile olan Max Ernst’ün Merhamet Haftasıadlı kitabı, haftanın her gününe ayrılmış, farklı resimlerden kesip yapıştırılarak oluşturulmuş resim kolâjlarından meydana gelmektedir. Gülsoy da kendi romanında buna benzer bir yapı izlemiştir. Her gün, birbirini tanımayan -ama yazar-anlatıcı ile bağı olan- yedi kişiye, yedi farklı resim göndererek neler düşündüklerini “otomatik” olarak yazmalarını istemiştir. Kitaptaki resimleri Ernst’ün kolajlarından seçen Gülsoy, böylelikle aynı zamanda aynı şehirde yaşayan insanların yaşamı algılama biçimlerini irdelemiş, hem psikolojik hem de sosyolojik bir bakış açısı sunmuştur.

Kimisi arkadaşı, kimisi hocası olan bu yedi kişiyi yönlendiren “projeci yazar” romanda neredeyse kimseyle diyalog kurmaz, hatta yüz yüze bile gelmez. Onun tek istediği resimlerin bu insanlarda ne hissettirdiğidir. Üniversite yıllarından arkadaşı Ali için resimler, geçmişini anlatmasına vesile olan araçlardır. Her gün, resimlerden ziyade, bu resimlerin uyandırdığı çağrışımı anlatır. Gençliğinde “projeci yazara” platonik âşık olan Deniz için resimler, şimdi ile geçmişinin ifadesidir. Mutsuz bir evliliği olan Deniz, resimde gördüğü çirkinlikleri evliliği ile ilgili yorumlarken, güzellikleri geçmişine dair özlemleriyle dile getirir. Üniversiteden hocası Ayşe, resimlerle ilgili doğrudan yorumlar yapan tek kişidir. Mesleğinin verdiği alışkanlık ile yazdıklarını bilimsel bir nitelikte yazar ve kendinden üçüncü şahıs olarak bahseder. İlk gün kendisi hakkında hiçbir şey yazmayan Ayşe, daha sonra resimlerin hayatındaki izlerini “ÖRNEK OLAY” yazarak açıkladığı yerlerde gösterir. Akın için ise, her resim, âşık olduğu Süsen’den bir şeyler taşır. Yazdıkları tam anlamıyla şiir olmasa da pişmanlıklarını, özlemlerini dile getirdiği bir şiir havası taşır. Diğer kurmaca karakterler için de resimleri yorumlama aynı duygu hâliyle ilerler. 

Postmodernist anlatıların önemli araçlarından olan mekân, İstanbul’da Bir Merhamet Haftası’nda daha çok soyut kalmıştır. Bazıları zaman zaman ufak ayrıntılarla bir evde tasvir edilse de mekân, okuyucunun hayal gücüne bırakılmıştır. Yedi kişi için mekân hakkında bilinen tek net şey, İstanbul’da yaşamalarıdır. 

İstanbul’da Bir Merhamet Haftası, aynı mekânda yaşayan yedi kurmaca karakterin duygularına, farklı teknikle yaklaşan bir romandır. Başkalarının gözüyle dünyaya bakmayı resim sanatıyla birleştiren Gülsoy, bu kitabında büyük şehrin keşmekeşinde kaybolmuş insanların konuşmalarına, kendilerini, pişmanlıklarını, özlemlerini anlatmalarına olanak sağlamıştır. Böylelikle okuruna da başkalarının gözünden kendi dünyalarını görmelerine yol açan Gülsoy, okurunu sekizinci kişi olmaya davet eder. 

Erkeklik Erkeklik İçre

                                                                                   midesi keçe dil etoburu (kıstığımın dili)                                                                              … etimolojik baba huk baba uk baba                                                                                                   Anita Sezgener ‘sessizlik masası’

Sevcan Tiftik

sevcantiftik@gmail.com

                                                                                   

 

Murat Gülsoy’un 2004 Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi Bu Filmin Kötü Adamı Benim romanında oğullar baba sarmallarında kayboluyor veya vücut buluyor hatta erkeklerin benlikleri matruşkalar halinde iç içe geçmiş katmanlı performanslardan oluşuyor. 

Önder fizik profesörü babasının ölümünün ardından üniversitede aynı bölümde asistan iken doktorasını tamamlamadan ayrılır. Bir süre sonra Defne’nin ısrarıyla dizi senaryosu yazmaya başlar ve dizi magazinsel gündemin de etkisiyle fazlasıyla izlenir. Dizi bittikten sonra İstanbul’dan Datça’nın bir köyüne yerleşen evli çift, yeni düzenlerine uyum sağlamaya çalışır ancak Önder, Defne kadar uyumlu değildir. Önder “şimdi” roman yazıyordur ve yazdıkça, diğer karakterlerle ilişkilenmeleri ortaya kondukça narsisist, fazlasıyla kötücül ve öfkeli tarafları gözler önüne serilir. Önder hem erkekler hem de kadınlar üzerinde iktidar kurmak ister. Bunun için türlü yalanlara, oyunlara, manipülasyonlara ve şiddete başvurur. Arzuları ve hırsları için yaptıklarının onu nasıl bir adama dönüştürdüğünün farkına varır fakat bu eylemleri hatta düşünceleri çoktan silsile halini almıştır. Önder kendi yarattığı girdap içinde evliliğinin, dostluklarının ve tahayyül ettiği kimliğinin çöküşüyle Datça’dan ayrılır. Ayrılışının asıl nedeni ise aile içi tecavüz. Ancak fail Önder bunu hem salt bir cinsellik biçimi olarak gördüğünden hem de çocukları olmadığı için aile olmadıkları düşüncesiyle şiddetle reddeder. Eşine yaşattıklarından sonra havuzlu köşkün sahibi Osman Bey’in ev yardımcısı Talya’ya da cinsel taciz girişiminde bulunur. Ayrıca Keklik Koyu’na bakan köyde tüm bunlardan önce anlatı İstanbul’da Ayşe’nin intiharıyla başlar ve bu intiharın arkasında da başka bir erkek vardır: Ayşe’nin amcası. Ayşe aile içi tecavüz sonucundaki gebeliğinden ötürü hayatını sonlandırır.

Önder’in yapay ilişkileri, âşık erkek rolleri, görünmeme ve ilgi çekememe korkusu onu tetiklemektedir. Yazım aşaması ilerledikçe attığı her adımı özellikle babasının hayali üzerinden sorgular ama Önder ve babası her daim çatışma halindedir. Diğer karakterlerin eylemlilikleri de kendi babalarıyla yakın ilişki içerisinde ve babalığın dolayımında ilerler. Gerek baba yaşıyor olsun gerekse ölü fark etmeksizin erkeklerin edimleri baba figürü gözetimi ve etkisi altındadır. Bu denetim Önder’in kötücüllüğünden sıyrılmasını sağlamaz aksine gerçeklerden, sorumluluklarından kaçışına neden olur. Öte yandan İzzet’te durum farklıdır. O, babasıyla hesaplaşmaz. Önder’in her bir katmanında farklı performanslar sergilediği kimliği kimi zaman köpek, maymun hatta yerde çırpınan bir böcek, kimi zaman deneyimine, bilgisine, ekonomik sınıfının getirdiği ayrıcalıklarına imrendiği Osman Bey’den-filden küçük deve, kimi zamansa arzuladığı tüm kadın bedenlerini Defne’de birleştirerek onu istismar eden “iğrenç bir adam” olarak seyreder. Belki de sadece Önder’in kötülüklerle kat kat perçinlediği erkekliğini kendi tiradıyla aktarmak yetecektir: “Bu filmin kötü adamı benim!”

                                                                                   

                                           BİR BABANIN HAYALİNE DOĞRU

Abdullah ALTINAY


 

“Ben zavallı bir gölgeyim. Bir ifrazat. Olmaması gereken. Önemsiz bir pürüz dünya üzerinde.” s.279



Murat Gülsoy’un mektup romanı Gölgeler ve Hayaller Şehri dıştan içe,  “ben”e doğru bir yolculuk kitabıdır. Dış cephesi sosyal dokunun bir haritası çıkarılarak kaplanır, iç cepheye ise Fuat’ın arayışı yerleştirilir. Abdülhamit döneminin, istibdat-meşrutiyet ikileminin toplumsal yapıdaki sarsıcı etkileri gözlemlenirken, mekânsal verilerden demografik yapının ihtizazına kadar birçok tablo dış cepheye oturtulur. İstanbul’da hayat bir dönüşüm buhranı içindedir. Dönüşüm aynı zamanda Avrupa karşısında bir arayıştır. Osmanlı’nın siyasi problemleri, Fuat’ın dünyasını dıştan kuşatır. Sadece Fuat değil, İstanbul’da kimliğini aramaktadır. 


Bu siyasi atmosfer ekseninde “sukutuhayal”  kelimesi ile sık karşılaşılır. Düş, tezat ve kargaşa teşkil eden; fakat daima yan yana ve etkileşim halinde olan bir yapıyı işaret eder. Rüyalar ve kâbuslar, zıtlıkların en belirgin olduğu izleklerdir. Ruhu Doğu-Batı arasında bir kimlik arayışında olan karakterin talihi bu çerçevede şekillenir. Sürekli sukutuhayali fısıldayan bilinci, çevreyle de işbirliği kurarak ona Avrupa medeniyetinin geleceğinden Doğu’daki geçmişine çeken bir oyunu oynar. Karakter ve çevre bu hayal içinde birbirine kenetlenir. Düşsel dünyanın sarmalı, bazen bir afyon etkisi gibi bir tür nevroz, cinnet, anormallik hali olarak ortaya çıkarken, bazense yağmur suları gibi şehrin canlı dokusuna karışır. 


Koku ise yine geçmişe götüren biz iz olarak kullanılmıştır. Fuat gözlerini kapayıp “çocukluğunun seslerini dinlemeye, kokularını içine çekmeye” başladığı ilk teneffüs anından sonra duyduğu bütün kokuların onu sürekli geçmişine, çocukluğuna götüren bir etkisi vardır. Burada asıl önemli olan nokta Avrupalı olduğunu ima edecek hiçbir koku duymamasıdır. Yani rüyalar, kâbuslar gibi koku da geçmişe, ruhun Doğu tarafına çeker. Kendi iradesi dışında eline geçtiği şehrin yasasına boyun eğer. Boğaz’da bir gezinti esnasında Charles’ın: “İstanbul fethedilemez, İstanbul Fetheder.”(s.117) ifadesi silsileler halinde gerçekleşir.


Fuat’ın büyük dönüşümü, arayışı nihayete erdikten babasının Beşir Fuat olduğunu öğrendikten sonraki evredir. Hürriyet, eşitlik ve kardeşlik devrimden sonra öfkeyi ve şüpheyi doğurmuştur. Buna Fransız Devrimi’nden sonra aynı ruhun meşrutiyete de aktarımıdır diyebiliriz. Şüphe kayboluş ve kabulleniş ekseninde şekillenir. Fuat kendini bu şehirde ve babasının peşinde kaybeder. Sonrasında kimliğini bulmak gibi de gözüken bu yolculukta bütün olumlu-olumsuz tecrübelerini zamanla sorgusuz kabullenir. Ancak yazgının yasası onu da babasının çemberine çeker. Herkesten şüphelenen Fuat geçmişine Halide ve Niko’ya sığınır, onlarla birlikte Doğu’ya, İstanbul’a: “ Bu şehirde bir şey var Alex, herkesi esir ediyor. Gönüllü esaret.”s.289 

 

                                                                                                        

                                 BİZ BİR ROMANIN İÇİNDEYİZ ORHAN!

Esin Hamamcı

     Murat Gülsoy’ un Karanlığın Aynasında romanı üst üste içtiği kahveler yüzünden uykusuz olan Orhan’ ın doktor dinlenme odasının biricik lüksü olan geniş ekran televizyonu izlerken başlar. Orhan hayatının değişim yaşayacağını hissettiği noktada acildeki hastası Ece’ yi tanır. Diğer insanlardan çok da bir farkı yoktur ancak Ece Karabey, onun hayatının her küçük parçasını aydınlatır: “ Zihnimin ilgili birimleri, az sonra yaşanacak tanışmanın önemini bilirmiş gibi bu anları kaydetmeye başlamış olmasaydı, bu sabah da yaşanıp yaşanmadığı belli olmayan bir zaman dilimi olarak kaybolup gidecekti. (s.11)” Ece, hastalığından, yalnız kalmaktan korktuğu için ev arkadaşı edindiğinden, ilaçlarından, oyuncu olduğundan bahseder. İkisi de birbirlerini daha önce tanıyormuş gibi hissederler. Orhan, o gece rüyasında Ece’ nin akrep dövmesiyle ilgili bir rüya görür. Ece’ yi tekrar görmek ister. 

     Orhan, hasta yengesinin evine uğrar. Yenge, oğlu Sarp’ ın delirdiğini düşünmektedir. Kendisi öldüğünde ona Orhan’ ın bakmasını ister. Sarp, sabah akşam odasından çıkmaz,  kağıt, kalemle dolaşır, çok düşünen ve delirmiş zannedilen biridir. Sarp’ ın “Biz bir romanın içindeyiz Orhan! (S.39)” demesiyle, o ana kadar her şey normal gözükürken roman birden Murat Gülsoy’ un çoğu romanlarında mesele edindiği “delilik” teması üzerinden işlemeye başlayacaktır. Romanda oyun içinde oyun vardır. Birincisi Sarp’ ın bahsettiği bir roman içinde yaratılan oyun, ikincisi Ece’ nin oynadığı, kimsenin beğenmediği ancak Orhan’ ın etkilendiği oyun. Orhan, Ece’ yi sahnede izlerken, oyunla beraber ilerleyen Orhan’ ın düşüncelerinin akışı çift katmanlı bir okuma etkisinde, yeniden bir oyun etkisi yaratır. Oyun, Orhan’ ın zihninde öyle akar ki, onu hem geçmişe hem de şu andaki sorularına yanıt aramaya götürür. Oyundan sonra Ece, Orhan’ a hayatının bütün ayrıntılarını tek tek anlatacaktır. İlk aşkını, akrep dövmesinin manasını, annesinin “bakıcı” olduğunu kavrayışındaki şoku, evinde yaşadıkları Bedia Teyze ve onun gibi sonradan alzheimer olan oğlu Halis’i, aslında bir “piç” olduğu, babasıyla tanışması, Ece’ nin hastalığı… Orhan da Ece de sürekli bir sorgulama içindedir. Ece geçmişini anlatırken Orhan, terkedilmiş benzin istasyonuna park eden arabayı, son ses açılan müziği, içindekilerin Ece’ ye seslenişini fark eder. Roman burada bir ayna metaforu üzerinden işler. Benzin istasyonunda Ece’ nin evine bakan birden kendisi -odadaki değil, dışardaki adam- olacaktır. Kim kimdir, Ece ile gerçekten tanışmış mıdır, Ece kimdir, gerçekten var mıdır, Orhan delirmiş midir, Sarp’ ın deyişiyle Orhan bir romanın başkarakteri midir, Orhan Sarp’ a mı dönüşmüştür? Orhan bütün sorulara yanıt ararken kendini yeniden tanır. Anılar, bir uyuşturucu bağımlısının beynindeki halüsinasyonlar gibi akmaktadır. Görsel hafızası çok derin çalışmaya başlayan Orhan, Ece ile tanışmaya başladığı günden itibaren bütün yaşadıklarının minyatürünü yapar ve evde adeta yeniden oyun etkisi yaratılır. “Kim o” adlı bölümde Orhan, Ece’ dir, Ece de Orhan’ dır, iki karakter birbirinde erir. Burada ayna metaforu, yüzleşme etkisi yaratarak tekrar karşımıza çıkar. Herkes birbirinin yerine geçerken Orhan’ ın sadece belleği konuşur, kendi sesini duymayız.

     Roman kahramanlarının kendini “fark etmesi” Murat Gülsoy’ un çoğu romanlarında olduğu gibi burada da önce “yalnızlığın” fark etmesiyle başlar. Daha sonra karakter bütünü parçalara ayırır ve kendini başkasının gözünden görür. Oyun etkisiyle de –tiyatro-roman-heykelcikler- bir kurgunun içinde olunduğu pekiştirilir. Karanlığın Aynasında, yazarın deyişiyle “ Karanlığın kendisi bir ayna hâline gelirse insan orada ne görür?” sorusunun yanıtını arkada fon müziği eşliğinde ilerleyen eski bir şarkıyla, ironik bir dille arar.


ANILARDIR İNSANI ÖLDÜREN

Anıl Çoban



   “Yaşamın en büyük kaybı ölüm değil, biz yaşarken içimizde ölen şeylerdir” demiş Norman Cousins. Sadece öldüğünde mi ölür insan, yoksa nefes alıp verirken de bir şekilde gözlerini yumabilir mi bu hayata? Nefes alıp verdiğimizde bizi hayatta kılan içinde bulunduğumuz an mıdır, yoksa geçmişten geleceğe akıp giden kesintisiz zaman mıdır? 112 sayfa boyunca Nisyan’ın isimsiz karakterinin peşinden sürüklenirken bu tarz sorular ister istemez okurun kafasında beliriveriyor ve kitap bittikten sonra bile okurun yakasını bırakmıyor.

   Nisyan’ın konusunu ölmek üzere olan bir adamın hezeyanları olarak aktarabiliriz. Etrafında olup bitenleri çarpık bir şekilde algılayıp yorumlayan, aklı gidip gelen ve zamanda atlamalar yaşayan, olmayan şeylere savaş ilân eden yorgun bir gemi kaptanıdır ana karakter. Hayatı olarak görebileceğimiz evinde/gemisinde, zar zor bulanık sularda ilerlemektir. Hastalığını pek bilmesek de ölmek üzere olduğunu anlarız. Kitap boyunca kendisinden kaçan hatıralarını, kelimelerini (romanını yazmak için biriktirdiği ama kendisinden çalındığını düşündüğü, hatırlayamadığı kelimelerini) bulmak için çabalar ama aslında kendi sanrılarından ibaret olan pek çok dış güç tarafından engellenir. Bu bakımdan hatırlayamamanın ve insanın kendisine yabancılaşmasının trajedisidir Nisyan.

   Murat Gülsoy, her bir sayfası bir paragraftan ve paragrafın son cümlesini önceden haber veren bir başlıktan oluşan romanında hem bir nefese hem de bir ömre sığacak detayları paragraflara işlemiş. Parçaları kesilip atılmış fotoğraflar misali hafızasındaki boşlukları doldurmaya çalışan roman karakteri, geçmişi kurcalayan zihniyle şimdiki zamana bağlı beyninin çatışması arasında sıkışır. Bilinçakışı tekniğiyle zaman, mekan ve farklı karakterler arasında geçiş yaparız roman boyunca. Hasta karakterin gözlemleri doğrultusunda etrafında olan bitene ve geçmişte yaşanıp yok olmuşa dair ipuçları toplarız. Bu bakımdan bir yapboz gibi Nisyan. Okuruna karmaşık görünen bir metin gövdesi içinde küçük parçalar veriyor ve ileride çıkan diğer parçalarla onu birleştirerek, ana karakterin hayatını ve yaşadıklarını çözmesini istiyor. Sadece ana karakterin değil, onun etrafında olan bitenlere, yan karakterlerin yaşamlarına açılan kapıların anahtarlarını da dağıtıyor. Bu şekilde zihnin oynadığı karmaşık oyunların arasından romanın hikayesi ve kurgusu da yükselmiş oluyor.

   Kelimeleri çalınan, anılarına ulaşamayan, aynada kendisini tanımayan, adam olmuş çocuğu Adem’i hâlâ çocuk sanan ve ayna karşısına geçtiğinde onu tanımayan; kısacası hatıralarının hepsine sahip olamayan, mevcut hatıralarının da şimdiki zamandaki yansımalarını algılayamayan, dolayısıyla kendi hatırladığı “ben”ini bulamayan ve bunun sancılarını çeken bir zihnin açıp okunduğu bir roman Nisyan. O zihnin karmaşasında akıp giden diliyle, bilinmezliğinde saklı anlamlarıyla ve çırpınışlarında aktardığı duygusuyla, yaşarken içinde ölen şeyler sebebiyle can çekişen bir adamın hayatıyla dolu bir roman.


Oyunun Başlangıcı: Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul 

İpek Bozkaya


Murat Gülsoy, 1992’de Ergun Kocabıyık, Nazlı Ökten, Yekta Kopan, Ayfer Tunç gibi isimlerle birlikte, daha sonra yazarlar ve dolayısıyla okurlar yetiştirecek olan Hayalet Gemi adlı dergiyi çıkarır. Derginin kurucuları -Murat Gülsoy dahil olmak üzere- Türk ve batı edebiyatını ve edebiyattaki yeni akımları, yeni anlatım tekniklerini yakından takip ederler. Gülsoy’un bu yakın takibinde, kurmacaya bakış açısı önemli ölçüde etkilidir. Yazar, Hayalet Gemi’deki öykülerinden bazılarını da dahil ederek 12 tane öyküsünü 1999’da Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul adlı kitapta yayımlar. Tanpınar-Oğuz Atay-Orhan Pamuk üçgeninin ve kurmacayı kendisine mesele edinmiş yabancı yazarların etkisinin hissedildiği bu kitap; yazarın yazın hayatının şekillenmeye başladığı ilk öykülerini içermesi bakımından önemlidir.   

Bu ilk öykü kitabında yazar, ileride yazdığı diğer öykülerinde olduğu gibi yazma eylemi, yazma süreci, zaman, rüya, oyun gibi kavramların üzerinde durur. Yazar çoğu öyküde metnin nasıl kurgulandığı konusunu anlatarak öykülerini postmodern düzleme taşımıştır. İlk öykü Kıtmiir Kıtmiiir, bir dağ evine on günlüğüne dinlenmeye gitmiş anlatıcının, arkadaşına yazdığı mektuptur. Anlatıcı bu mektupta arkadaşının yazdığı öyküyü yorumlarken yazar da okumakta olduğumuz öykünün yazılış sürecine okuru şahit eder. Arkadaşının öyküsündeki Sara karakteri anlatıcının rüyalarına girer. Gerçeklik-kurmaca ilişkisi üzerine düşünülen bu öyküde yazar-anlatıcı bu öyküyü üstkurmacaya evrilen bir yapı olarak sunar. Dışarıda yağan kar pitoresk bir unsur olarak öyküde önemlidir. Öyküyü okuyunca Cenap Şahabettin’in Elhan-ı Şita (Kış Nağmeleri) şiirindeki, pitoreskin peşinde oluş hatırlanabilir. Gençliğinde resimle ilgilenmiş Murat Gülsoy’un, öykülerinde resmin peşinde bir yazarın izleri görülür. 

Kadınların Gölgesinde öyküsü postmodern anlatının unsurlarından oyun ve mektup üzerine kurulmuştur. Başlığında, Proust’un Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde kitabına gönderme hissedilen öyküde, göndermeler Kerem Ç.’nin uyandığında duyduğu kızarmış ekmek ve gül reçelinin kokusuyla devam eder. Kadınların Gölgesinde öyküsü kurmacada oyun kavramı üzerine düşünmek bakımından önemlidir. Dünyayı yaratıcı tanrının oyunu olarak gören dini anlayışlarda olduğu gibi, yazında da metin, yaratıcı yazarın oyunudur, oyun alanıdır.  Yazar söylemini oyunlaştırarak kurmaca bir varoluş inşa eder. 

Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi, kurgusal bir metinde olayların okura kimin bakış açısından ulaştığına dair farklı örnekleri barındıran bir öyküdür. Geleneksel anlatı kalıplarını bozan ve yeniden oluşturan bu öykü, Türk edebiyatında çok sık kullanılmayan ikinci kişili anlatıcı ile açılır. Anlatıcı birinci ve üçüncü kişiyle devam edip tekrar ikinci kişiye döner ve bu bakış açısı ve anlatıcı farklılığı metinde bir devinim halinde devam eder. Öyküdeki ayrıntılar “ben”/”sen” ve “o” bakış açısıyla verilmiş, daha geniş bir tasvir ve tahlil alanı açılmıştır. Bakış açılarının ve anlatıcıların çoklu oluşu postmodern metindeki kopukluğu ve süreksizliği de işaret eder.   

Körebe öyküsünde kurmaca ve yaşamöyküsünün oyun ve rüya kavramlarıyla birbirine bağlandığı görülür. Körebe oyunu, Gülsoy’un yaratıcı yazarlık kitabı Büyübozumu’nda, yaratıcı yazarlık derslerinde öğrencilerine uyguladığı bir yöntem olarak anlatılır. Öyküde, üniversite yıllarından bir anısını anlatan birinci tekil şahıs anlatıcının öyküyü yazması yazarla eşzamanlıdır. ‘Oyun’un kurmaca oluşu ile edebi metnin kurmaca oluşunun örtüşmesiyle yazar, kurmaca özyaşamöyküsü denilebilecek bu öyküde oyundan yararlanarak yeni bir alan yaratır. Selim Işık’ın zihninde oynadığı duraklar arası maç oyunu gibi anlatıcı ve arkadaşları da böyle zamanları, yaşanmamış zaman haline getirmemek için olmadık oyunlar icat ederler.   John Forrester, Hakikat Oyunları eserinde, özerk bir alanda zamanı askıya almanın, zıtlıklardan ve dünyevilikten sıyrılmanın bir yolu olması nedeniyle oyunu insanın dünya şaşkınlığı karşısında soluklanabildiği bir durak olarak görür. Öyküde de anlatıcı ve arkadaşları üretici bir rüya oyunu oynarlar. Oyunun ürünü olan, kurgulanışını adım adım takip edebildiğimiz rüya bir edebi metnin üretimini de adım adım takip edebilmemizi sağlar. 

Oyunun neredeyse her öyküye girdiği bu kitapta çokkatmanlılık, metinlerarasılık, içmonolog, üstkurmaca, Ahmet Mithatvari okuyucuya seslenmenin üstkurmacayla kesişimi, ironi, parodi, pastiş, modern insanın yalnızlığı teması, kurgunun sınırlarıyla oynama, zaman mefhumu tek tek incelenmeye değer başlıklardır. Yazarın edebiyat serüvenindeki bu ilk kitabının en önemli özelliği, daha sonraki yaratıcı yazarlık dersleri için bir kılavuz kitap niteliğinde okunabilmesidir.   

 

Heraklitos da Bizi Görüyor mu?:

Murat Gülsoy ve Tanrı Beni Görüyor mu?

Abdullah Ezik

abdullahezik@gmail.com

 

 

            Değişim, insan hayatı için sürekli bir devinimdir. Heraklitos’un dediği gibi hiçbir şey aynı kalmaz ve sürekli bir değişimin parçasıdır. Bu döngü, kendi içinde birçok sorunu da beraberinde getirir. Üstelik bunun izlerini her alanda görmek mümkündür. Sanat, bundan kendine pay alırken edebiyat özelinde bakıldığında ortaya çıkan tablo da ayrıca irdelenmeye değerdir. Murat Gülsoy’un Tanrı Beni Görüyor mu?(2010, Can Yayınları) isimli kitabı, metnin değişimi ve yazarın kimliği üzerine düşünmeye imkân veren oldukça zengin bir kitap.

            “Çoğunluk kavramaz çoğu şeyleri,” diyen Efesli Heraklitos, insanlık için bir başka meseleye dikkatleri çeker. Bir şeyi kavramak, onu anlamak/anlamlandırmak belli bir sürekliliğin sonucunda elde edilebilir –şayet bu kişi peygamber değilse, ki değildir-. Sanatta devamlılık, açılımların farkında olmayı beraberinde getirir. Gülsoy’un da eserinde yaptıklarını kavrayabilmek için işte bu sürerliliğe nüfuz etmek gereklidir. Zira edebiyatın kendi içinde geçirdiği değişimleri, bugünkü konumuna varış sürecini bilmeden yapılanların ifade ettiği değeri ortaya koymaya çalışmak oldukça eksik olur. Sözgelimi, “Genleşen Kafka Metni”ni anlamak için Franz Kafka’yı tanımak, onun edebiyatının temellerini bilmek kadar ortaya çıkardığı minimalist edebiyatın da farkında olmak gerekir. Tüm bunlardan uzak bir okuyucu için metin, içeriğini ve özünü ortaya dökmez, kendine saklar. Bu, bir yerde okur modellerinin ortaya çıktığı ve birbirinden ayrıştığı noktadır. Böylelikle “sıradan okur” ve “sıradanlığı aşan okur” olarak belirtilebilecek ayrımlar açığa çıkar. Gülsoy’un ikinci tip okurla etkileşim hâlinde olduğu bu doğrultuda ifade edilebilir.

            Gülsoy’un bu eserdeki metinlerinde biçimsel uğraşları açıkça kendini ortaya koyar. Metinler farklı biçimlerle işlenir. Bu konuda geniş bir yelpazenin olduğu hemen kendini gösterir. Aynı zamanda edebiyat ve “yazma eylemi” üzerine düşünen, bu konuda kitaplar kaleme alan yazarın fiilen de kendi kurmaca yapıtlarında bu arayışını devam ettirdiği gözükür. Gülsoy’un bu açılımları onun edebiyatının temel yapıtaşlarını oluştururken okur için de farklı değerlendirmeleri peşinden sürükler. Örneğin, kurmaca eserlerindeki bu denemelerin, Gülsoy edebiyatının özündeki yerinin tam olarak ne olduğu; bunların yalnızca birer denemeden mi, yoksa artık yerleşmiş bir düşüncenin tezahüründen mi kaynaklandığı; her eserde farklı biçimsel “arayış”ın olmasının, ancak “bulmak” denen şeyin hiçbir zaman söz konusu olmamasının karşılığı nedir? Sorular uzadıkça bu eğilimlere dair açılacak pencere sayısı da artar. Bu, edebiyat(ı) anlamında zenginliği ve farklı düşünceleri peşinden sürükler.

            Teknoloji, sanat ve zaman, tarih içinde giderek iç içe geçmiş, günümüzdeyse artık birbirini değiştirecek, birbirini derinden etki edecek bir konuma gelmiştir. Bunun izlerini tarih kadar sanatın bizzat kendisi de takipçisine sunar. Elbette edebiyat bundan muaf değildir. Gülsoy’un metinlerine bu açıdan bakıldığında söylenecek birçok şey vardır. “Bize Kuş Dili Öğretildi”, “Ekici” ve “In Medias Res” kitabın devamlılığı içinde yapılarıyla en ayrıksı duran, bahsettiğim üçlemeyi de en iyi yansıtan metinler-görseller(?)dendir. Gerçi, bu sayfalara tam olarak “metin” demek uygun mudur, bu tartışmaya açık. Çünkü sayfalarda ortaya konan görüntü, yalnızca tek bir düzlemde kalmaktan uzaktır. Çok boyutlu oldukları söylenebilir. Bu sayfalar metin olduğu kadar kendi görselliğini de içinde barındırır. Artık ortaya çıkan ürün, teknoloji, sanat ve zamanın akışını yansıtan bir vesika gibidir. Bir çizgi-roman, bir karikatür; salt bir metinden uzaklaşılmıştır. Değişimin sanatçı ve yapıtı üzerindeki etkisi açısından bunlar değerlendirilebilir. Gülsoy’un kurmaca dünyasını açan, genleştiren unsurlar olarak ifade edilebilir.

            Dil ve kelimeler, insan belleğinin yansımaları, edebiyatın zemini, iletişimin ve etkileşimin öne çıkan unsurları olarak varlığını sürdürür. Ancak dilin ve kelimelerin ortaya çıkışı –verisel ve kanıt içeren bir zemin arandığında, dinler düşünülmediğinde- birer muamma olarak gözükmektedir. Tüm bunların kökenine inmekse insanlık için ayrı bir sorundur. Heredotos, Tarih’in ikinci cildinde Psammetikus’un dilin kökeni üzerine iki çocuk üzerinde araştırma yaptığını söyler. Anlaşılacağı üzere bu mesele insanlığın en eski çağlarından beri düşünülüp tartışılan bir konudur. Gülsoy da kurmaca olarak ortaya koyduğu bir dünyayla bu soruna eğilir. Bu tür bir deneyimi ve insanların bu konuya yaklaşımını ortaya koyar. Daha önce Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım’da (2004) yer alan, bu kitapta doğrudan yer almasa dahi izlerini başka metinlere düşüren “Tanrı’nın Sözleri” isimli metni, Gülsoy’un bu konuya eğildiğini gösterir. Üstelik bu dilsel arayış onun kurmaca yapıtlarında kendini daima gösteren bir kanal olarak belirir: “Yazı Çölü”, “Kadının Üç Hâli”, “Konuşan Sözlük”, “Zihnin Yangın Yerinden Kurtarılmış Parçalar”…

            “Çemberin başı sonu aynıdır.” Ne yapılırsa yapılsın varılan sonuç şaşmaz. Efesli’den itibaren bu konu kendini yineler. Arayışhep devam eder, bulmaksa kimsenin asıl uğraştığı şey değildir. En azından Gülsoy için bu söylenebilir. Tanrı’nın insanı görüp görmemesinin önemi, insanın onu görmeyi arzulamasının yanında nedir veyahut bunun bir karşılığı var mıdır? Önemli olan, insanın belleğinde var olan ve onun arzularını gösteren yankılardır. Dolayısıyla Gülsoy’un metnin içinde kendine ürettiği cevapların, göndermelerin olduğu düşünülebilir. Her şey parçalanmıştır, bir araya getirilmekte zorlanılmaktadır ve bu hengâmede Tanrı’yı düşünmek, her şeyi başka bir boyuta taşır, yer yer bulanıklaştırır. “Zihnin Yangın Yerinden Kurtarılmış Parçalar”, belleğin konumunu ortaya koyan, ardından gelen parçalarla kelimelerin ve insanın bazen sürerli bazense aksak ilerleyişini gösteren bir metin olarak belirir. “Şaire Mektuplar” aksamayı bir başka insana taşır, hem içerik hem de biçimsel olarak yine bir değişim gösterir, her ne kadar sıklıkla kullanılan bir tarz olsa dahi.

            Murat Gülsoy, Tanrı Beni Görüyor mu?isimli kitabında kurmaca yapıtlarında sıklıkla görülen biçimsel arayışlarını devam ettirmiş, 2004’te yayımladığı Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım’da yer alan bazı metinlerini buraya almış, bunlara yenilerini eklemiş, içerik olarak kendi edebiyat çerçevesi içerisinde ortaya yeni metinler çıkarmıştır. Heraklitos’un üzerinde durduğu temellerin ve değerlendirmelerin etrafında bu metinler kümelenmiş ve ortak bir payda etrafında toplanmıştır. Gülsoy’un bu içerik ve biçimsel arayışlarını yeniden görmek, Tanrı’nın ve insanın karşılıklı ve “tuhaf” ilişkisinden neyin kastedildiğini düşünmek isteyenler için bu kitap birçok bakımdan özel bir yere sahiptir.


“SÖZCÜKLERİN GÜCÜNÜ KÜÇÜMSEMEYİN”

Meryem Çakır

meryemcakirr@yahoo.com

 

Psikolojik tahlillere elverişliliği, derinliği, herkeste bir nebze yer edişi ve okuru karaktere yaklaştırması gibi nedenlerden ötürü, ‘yalnızlık’ edebiyat dünyasında sık işlenen konulardan biri olmuştur. Gabriel Garcia Marquez’in “Yüz Yıllık Yalnızlık”ında soyun lânetini yüklenen bu ‘bir başınalık’, Peyami Safa’nın “Yalnızız” romanında karakterlerin hazin yaşamının hem sebebini hem de sonucunu teşkil etmektedir.

Murat Gülsoy’un 2016 yılında yayınlanan Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmetadlı eserinin odağında, akademisyen Mirat’ın emekli olarak içine daha da gömüldüğü yalnızlığı bulunmaktadır. Çevresi tarafından sıkıcı ve sıradan sayılan yaşamına yıllarca aynı ceketi giyerek devam eden, verdiği dersler dışında bir uğraşı olmayan Mirat, yolda yürürken eline tutuşturulan bir ilanla yalnızlığının son bulacağını düşünür. İlandaki “içinizde başkalarına yer açın,” ifadesinin karşılığını aramak üzere JANUS şirketine gider ve tereddütlerini bir yana bırakarak zihnine bir ölünün zihninin yüklenmesi fikrini kabul eder. Bu adımdan sonra hayatı ve hayata bakışı tamamen değişir. Zihnine aldığı Esra, ona hiç yaşamadığı tecrübeleri kazandırır. Gelişen olayların ardından bir gün kendini, Esra’nın sevgilisi Tuncay’ı öldürmüş ve ardından onu da zihnine almış olarak bulur. Aslında tüm bunlar iradesi dâhilinde olmuştur ancak Mirat, zihninde iki kişinin olduğu fikrine çabuk alışamaz. Esra ve Tuncay’ın becerileriyle dünyasına yön verir, motosiklet kullanır, eğlence düzenler, yemek yapar, bir kadınla görüşmeye başlar ve eski iş arkadaşlarının dikkatini çeker. Kendisini tanıyan herkesi uğrattığı şaşkınlık ve zihninde sürüp giden sevgili kavgaları, yaşamının ilerleyen günleri için belirleyici etmenler olur ve roman bu seyirde devam eder.

Eserin macera dolu ve fantastik içeriği okuru dikkatli olması konusunda uyarır niteliktedir. Bir paragrafta karşılaşılan herhangi bir cümle, başka bir yerdeki ayrıntıyla bütünlüğü tamamlıyor olduğundan kitaptaki izlere önem vermek gerekmektedir.

 Romanın keyifli ve bir o kadar da esrarengiz içeriğinin yanı sıra duruluğu da dikkat çekicidir. Gülsoy’un, sürükleyici atmosfere zarar vermeden olabildiğine yalın cümleler ve net ifadeler kullanması, kitabı elden bırakılmayacak hâle getirmiştir. Anlatımın tekdüzelikten uzak sadeliği, kitabın yoğun olay örgüsüyle başa çıkmayı kolaylaştırmaktadır.

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet, okuyanların tavsiye edeceği nitelikli romanlardan biri olmasıyla edebiyatımızda kendine yer etmiştir. JANUS görevlisinin kurduğu “Sözcüklerin gücünü küçümsemeyin,” cümlesi, bu eserle karşılığını bulmuştur denebilir. Kitap sözcüklerden oluştuğuna ve böyle başarılı olduğuna göre sahiden bu güç küçümsenmemelidir.

Zamana Direnmek ve Direnememek Üzerine

Uğur Erden

 

            Anılar, mekânlarla; mekânlar ise küçük zaman parçacıkları olan anlarla saklanır insan hafızasında. Asıl olan o mekânda ve anda gerçekleşen olaylarken, biz olanların hiçbirini mekândan ve zamandan arındırarak hatırlayamayız. Tamamı zihnimizdeki perdede tekrar tekrar oynatılan bir filmin parçalar hâlinde oluşup bir araya gelmesi gibidir. Tam bu noktada olaylar da, mekân da, anlar da birbiri içine geçmiş olur. Murat Gülsoy, 2017 yılında yayımlanan Öyle Güzel Bir Yer kiadlı romanında işte bu iç içe geçmişliği ustalıkla sergiler okurlarına. Başkarakter Kerem’in ağzından, bölümlere adını veren, dükkân, motel, park, hastane mekânlarının ve aslında ânlarının, yıkım ânı ve tabii mekânının düzenli bir sıra hâlinde art arda gelmesiyle sunulur roman. Dikkat çekici olan dört mekânın da bir şekilde yıkıma bağlanıyor oluşudur. Söz konusu yıkım ise tüm romanı bir bunalıma sürükler. Dolayısıyla ben romanı bunalım temelinde ele alacağım.

            Öncelikle Gülsoy, toplumsal bağlamda o kadar tedirgin edici bir atmosfer çizer ki tüm karakterler her an bir terör olayı, darbe veya içsavaş düşüncesi içerisindedirler. Bu kısım toplumsal yıkımı imlerken, bunalımı beraberinde getirir. Dolayısıyla hemen tüm karakterler de ülkeyi terk etme planları yaparlar fakat Kerem onlardan biri değildir. Bu atmosfer onu da bunaltır şüphesiz ama o gidemeyenlerdir, farklıdır. Çünkü diğerlerinin aksine ânı yaşayan değil anıları ile yaşayan bir insandır. Yaşlı Yahudi’den kalan “eskici” dükkânı âdeta onun kaderi olmuştur. Eski eşyalar içinde kala kala, geçmişiyle yaşamaya başlar. Bu nedenle de ânı yaşayan Maral’dan ayrılıp, anılarını canlandırabileceği Hülya’ya yönelir. Fakat olaylar istediği gibi gelişmez, Hülya eskiden tanıdığı kişi değildir artık. Bu nedenle de keşkeler başlar. (68-9)  Bir süre sonra da durumu kafasında şöyle açıklar: “Mesele aşk değil, Hülya ya da Maral değildi. Lisedeki aşk hikâyesi tamamen benim uydurduğum bir şeydi. Kendimi korumak içindi. Hayatın normal akışına karşı direnmek için zihnimin uydurduğu bir şeydi. Normal olan kendimi akışa bırakmam, diğerleri gibi bir hayat kurmamdı. Oysa ben direniyordum.”(209) Elbette başarılı olamaz ve Hülya ilişkilerinin devam edemeyeceğini söylediğinde Kerem’in kişisel yıkımı gerçekleşir. Buna eskici dükkânının bulunduğu Şekercizade Apartmanının yıkımı eşlik eder ve tabii sadece işaret edilerek geçilen toplumsal yıkım. Böylece bir kişi, bir apartman ve bir toplumun adım adım yıkılışı, oluşturdukları bunalım ile birbirine aktarılan, birbirini tamamlayan imgeler olarak başarıyla birleştirilmiş olur Gülsoy tarafından.

            Tüm bu olaylar anlatılırken tekrarlar yardımıyla zaman olabildiğince yoğunlaştırılır ve yavaşlatılır. Bunun en belirgin örneği, aynı zamanda mutluluğun metaforu olarak, toplam altı “Motelde” bölümünden beşinde bir kelebeğin odaya girmesi sahnesinin birbirine çok yakın kelimelerle tekrar tekrar anlatılışıdır. Bununla birlikte kelebek avcısı kılığına giren mimci Pierrot ise “Parkta” bölümünün ikisinde ortak kelimelerle tekrar edilir. Böylece yazar, hem zamanı sıkıştırmış, hem de Pierrot’un kelebeği yakalamasıyla, mutluluğun gelip geçiciliğini vurgulamıştır.

            Sonuç olarak Gülsoy, uzun uzadıya birbirine bağlı birçok olay anlatmak yerine ânlara ve anılara odaklanarak, zamanla ve mekânla oynamayı tercih ettiği Öyle Güzel Bir Yer ki’de, hem günümüzdeki toplumsal bunalıma, hem yok olup giden binalara ve tarihe, hem de Kerem ve Kerem gibilerin zamanın değişkenliğine meydan okuyamayan hayatlarına başarıyla dokunmuş olur.

Odak Yazar: Murat Gülsoy